Bu ara konuştuğum çok kişi artık içinde bulunduğumuz durum ve koşullardan epey yorulmuş halde. Ben de öyleyim. Gündemimiz hiçbir zaman çok durağan olmamıştı belki ama salgın ile başlayan maddi ve manevi zorlukların gün geçtikçe artması, üzerine eklenen diğer gündem maddeleri, İzmir özelinde deprem, sel ve benzeri daha önce görülmemiş hortum felaketlerine şahitliğimiz, her yeni güne başka bir endişe ile uyanmamıza neden oluyor. İzmir’de ya da başka bir yerde bugün başka ne olacak?

Salı günleri okuduğunuz yazılarımı pazartesi sabah gazeteden arkadaşlarıma teslim ediyorum. Yani en geç pazar günü yazmış olmam gerekiyor yazılarımı. Öyle ki artık pazardan salıya yazılanların geçerliliğini düşünüyor insan… Ya yeni bir şey olursa? Zaman algımız da hayattan beklentilerimiz de epey değişiklik gösterdi bu zor zamanlarda.

Marc Wittmann, Hissedilen Zaman adlı kitabının ilk bölümünde bir araştırmadan bahseder. Günlük bir gazetede geniş yer bulan habere göre “kargalar ve kuzgunlar, bekleyerek daha iyi bir yiyecek elde edeceklerini bildiklerinde, önlerindeki yiyeceği yeme arzusunu” bastırabilirler. Yani daha iştah açıcı bir yiyecek karşısında beş dakikaya kadar beklemeyi öğrenebilir bu canlılar. Tekrar ediyorum; “daha iştah açıcı bir yiyecek” yani daha yüksek bir tatmin karşısında…

Bu durum insanlar için de bir yere kadar geçerlidir. Ödevlerini yaptıktan sonra sokağa çıkmasına veya bilgisayar oynamasına izin verilen çocuklar, ev almak için parasını şimdi harcamadan biriktiren insanlar, tezini veya kitabını bitirmek için hafta sonlarını çalışarak geçiren araştırmacı ve yazarlar hep ileri zamanda elde edecekleri “daha iyi” bir sonuç için bugünden feragat ederler.

Benzer alanda çocuklar üzerinde yapılan bir araştırma ise; kendilerine verilen ilk şekerlemeyi yemeden bekleyen çocuklara ikinci şekerlemenin verilmesi durumunda çocukların birbirinden çok farklı tepkiler gösterdiği yönünde sonuçlarla çıkıyor karşımıza. Bu araştırmanın önemli tarafı ise geniş bir zamana yayılması. Bulgular ise ikinci şekerleme için bekleyen çocukların yetişkinlik döneminde başarılı olmak ve istediklerine kavuşmak için çaba sarf etmeyi, makul şekilde beklemeyi bildiklerini ve bunun getirilerini de kazandıkları yönünde…

Beklemeyen yani tatminlerini ertelemeyen çocuklara baktığımızda da karşımıza başka bir terim çıkıyor: zaman miyobu. “İnsanların ileride daha büyük bir ödüle kavuşmaktansa kendilerine hemen sunulan daha küçük bir ödülü almayı tercih etmeleri durumu…” Bu kişiler yakın zamanı ileri bir tarihten daha net gördükleri için şimdiki zamana odaklanıp tatmini de şimdiki zamanda yaşamayı seçiyor.

Araştırma devam ediyor ve yetişkinlerde bu değerlendirmeyi para üzerinden yapıyorlar. Bugün 1 dolar almak yerine bir hafta sonra 50 dolar almak söz konusu olduğunda yetişkinlerde bekleme eğilimi daha çok olurken bekleme süresi arttıkça 50 doların değeri düşüyor ve bugün alınan çok daha düşük paralara ikna oluyor katılımcılar…

Bu açılardan düşündüğümde içinde yetiştiğimiz toplumun hep ertelemeyi öğrettiğini görüyorum bize. Sabrın sonu selamettir, bekleyen derviş muradına erermiş, sakla samanı gelir zamanı, damlaya damlaya göl olur, aklıma ilk gelen atasözlerimizden… Bunca ertelemiş bir toplum, kaçırdıklarına üzülerek şimdiki zamanın peşinde de koşuyor tabii anda kalma ihtiyacıyla. Çünkü önemlidir an. Anı yaşamanın büyük katkısı vardır bedene ve ruha. Hele de yarını bilemediğimiz, üç gün sonrasını göremediğimiz böyle zamanlarda an daha da kıymetlenir. Tabii ki dengedir arzulanan.

Çevremde çok kişinin yorgunluğunu gözlemlediğimi söylemiştim yazımın başında. Başından beri sonu selamet olacak bir şey için beklemeye hazırdı belki de herkes. Şimdi -hani o daha yüksek tatmin için bekleyebiliyoruz ya- sonu daha iyi göremediğimizden de zorlaştı beklemek. Bekliyoruz da daha iyiye gidecek bir şeyin olup olmadığını merak ediyoruz. Bir umut arıyoruz.

Hedefim içinize taşları yükleyip mutsuzluğu pekiştirmek değil. Hiçbir duygumuzda yalnız değiliz. Aradığımız umudu da bugünden, şimdiki zamandan yeşerteceğiz. İklim değişikliği, yoksulluk, her gün yenisiyle değişen önemli gündemlerimiz bize parlak bir gelecek vaat etmediğinde biz o geleceği “daha iyi” yapabilmek için bugünden ne yapabiliriz? Asıl soru bu…