Erkek kahramanlar düşüyor bu ara satırlar arasından. Geçmişleri ve gelecekleri birbirinden farklı olsa da şimdilerinde aynı şeyi yaşamasalar da sanki aynı hayatı yaşayan adamlar. Ortak bir bilinçaltı bu. Biraz atalet, biraz kabul, biraz alışkanlıkla sarmalanmış, duyguları çokça bastırılmış.

Sıradan dünyanın sıradan erkekleri bunlar. Romanların içine yerleşiyorlar. Yaşayıp gidiyorlar. Hayatlarında bir döngü kapanıyor, bir yenisi açılıyor. Olaylar değişiyor, onlar toplumun dayattıkları arasında sorgulamadan yapmaları gereken seçimleri yapıyorlar. Buna hayat diyorlar. Okumak gerektiği için okuyorlar, para gerektiği için çalışıyorlar, evlenmek gerektiği için en doğru olacağını düşündükleri ya da o süreçte karşılarına çıkan kadınla evleniyorlar, aile kurumu gerektirdiği için çocuklanıyorlar, sosyalleşmek gerektiği için sosyalleşip gerektiği ve toplumun izin verdiği kadar yaşıyorlar.

Tüm bu hayat döngüsünün içinde bir sürü farklı başlangıç ve bitiş yaşıyorlar. Satırlar arasındaki karakterler hep bu başlangıç ve bitişlerin farklı evrelerindeki halleriyle sunuluyorlar. Kimi evlenme arifesinde çıkıyor karşımıza kimi evliliğinin ikinci on yılında… Kimi kuytu bir meyhanede içiyor, kimi evinin salonunda kitaplarına gömülmüş oturuyor, kimi küçük bir kıraathanede kahvesini yudumlayıp gençliğini paylaştığı arkadaşıyla sohbet ediyor yıllar sonra…

Hikâyeler anlatılırken bazen bir şey oluyor. O sıradan dünya bir anda bir olayla sarsılıyor. Merak ediyoruz: Karakterimiz şimdi ne yapacak? Rutin hayatını gözden geçirip duygularının ne olduğunu anlayıp ona göre bir aksiyon mu alacak yoksa olması gerektiği gibi olmaları mı seçecek?

Gelgitler yaşıyor karakterler. Öyle düşünüyor, böyle düşünüyor, çekiyor çekiştiriyor, sanki şişmiş bir balonun içinde nereye doğru gitse gittiği hızla balonun ortasına geri dönüyor. Balon patlamıyor, yüksek bir ses çıkmıyor, hayat aynı devam ediyor.

Devam eden hayat bazen kusursuz devam eden sistem oluyor. Öyle ki kurallara ve toplumun normlarına uyduktan sonra hayat “kusursuzca” devam edebilir. Yaşamın dizginleri kolaylıkla yapılması gerekenlere teslim edilebilir. Ekstra bir çabaya gerek yoktur. Atalet yeterli bir çabadır.

Yaşanmış ve denenmiş olandır insana büyük bir konfor alanı sunan. Kişi onaylanır, yargılanmaz. Böylece mücadele etmek için herhangi bir sebebi kalmaz. Hayat gailesi zaten yeterince yorucudur. O nedenle yaşanmışı ve denenmişi yaşamayı, çok da düşünmeden duygularını görmezden gelmeyi seçer. Sistem muazzam bir alan sunar zaten kendisine, sorgulamaya gerek yoktur.

Sonra bir gün bir şey olur. Hani o sıradan dünyanın bir anda bir olayla sarsılması dediğim şey… İşte o zaman bastırılmış duygular kıpırdanır, bazen feci dalgalanır. Erkek karakter duyguları olduğunu hatırlar. Tüm kafa karışıklığı o duygularla ortaya çıkar. Oysa iyi veya kötü ne güzel yuvarlanıp gidiyordu hayatta, tam da o âna kadar…

Karakter dalgalanır. Dalgalanır da durulmaz. Durulmaz da değiştirebilir mi hayatını? Sorgulamaya izin verebilir mi? Kaçıp gidebilir mi ya da kalmayı sorumluluğunu alarak seçebilir mi?

Biz okurlar karakterin ne yapacağını merak ederiz. Bazen yırtsın kabuğunu kaçsın gitsin isteriz, patlatsın o balonu. Bazen rutini bozduğu için isyan ederiz ona.

Ben bir okur olarak hissetmeye izin vermesini isterim bu karakterlerin. Duyguların bu kadar bastırıldığı, ağlamanın kadına, öfkenin erkeğe teslim edildiği, kadın erkek benliğimizden kopuk yaşamayı normal sayan bu toplum algısında o karakterler bir şey hissetsinler isterim. Kendileri olmaya biraz izin versinler, içlerindeki tatmin olmamış çocuğu görüp duyabilsinler isterim. Görüp duysunlar ki bugünü sağlıkla inşa edebilsinler isterim.