Başlıkta tırnak içine aldığım söz benim değil, Martialis’in. Rastladığım yer ise Montaigne’in şu meşhur Denemeler’i… Martialis’in kastettiği bizzat maddenin kendisi midir, yoksa uhrevi şeyler midir, bilemiyorum fakat hepimiz biliriz ki bir şeyin varlığını ya da yokluğunu anlamanın yolu, hayattır. Eğer hayat (tabiatıyla bilim) doğruluyorsa vardır.

Şu “her yerde olmak”a getireyim sözü, dolandırmanın âlemi yok. 1980’lerin ikinci yarısıydı. Edebiyatçılar, peş peşe yayımlanan dergilerde toplaşıyor, yazdıklarıyla okurlarını buluşturmak için -deyim yerindeyse- birbirlerini eziyorlardı. Öyle bir rekabet ortamıydı ki, kimse kimsenin gözünün yaşına bakmıyor, ezip geçiyordu. Tabii o rekabet ortamı yavaş yavaş sonuçlarını gösterdi. Üdebadan ve şuaradan bazıları daha çok öne çıktı. Öne çıkmalarının nedeni, (birkaçını dışarda bırakarak söyleyeyim) diğerlerine nazaran çok daha nitelikli romanlar, öyküler ya da şiirler yazdıkları için değil, çeşitli çevrelerle kurdukları ilişkileri oldu. Söz gelimi, mah-ı cemallerini medyada sıklıkla gördüklerimiz, ‘yarış’a üç-sıfır önde başladılar. İstanbul’da oturup oradaki yayın camiasına yakın olanların yazdıkları bütün ülkeye şamilken, Ankara’da, İzmir’de, Adana ya da Antalya’da filan yaşayanlar “taşralı” sayıldı. Yayın hayatını İstanbul’da sürdüren edebiyat-kültür ve sanat dergilerinde görünmek artık zordan da öte bir şeydi. Oysa “taşra”da yazıp çizenler kendilerini var edebilmek için İstanbul dergilerinde yer alabilmenin aşkıyla yanıp tutuşuyorlardı.

Sonuçta içlerinden bazıları “İstanbul dükalığı”nın kale duvarlarını delmeyi başardı. Bu, o “şanslılar”a adeta bir üstünlük sağladı. Yazdıkları, gazetelerde, dergilerde yer aldı, içlerinden bazıları medyanın da itibar ettiklerinden oldu. Tabiatıyla, (Erzurumluların dediği gibi,) “hangi tezeği kaldırsanız altından onlar çıkmaya başladı.” Her yerde oldular. Kimileri üçlü beşli bir araya gelip yaşamasız bazı dergilerin etraflarında kümelendiler. Birer çelik çekirdeğe dönüştüler. Çünkü tıpkı Erdal Ataberk’in vaktiyle Cumhuriyet’te yazdığı gibi, “Her insanın yaşama katılımı “kendi var oluşunu gerçekleştirmek için” gösterdiği çabalardan oluşur. Bu konuda toplumsal güdüler ne yönde etkiler yapmaktadır? İşte burada “popüler kültür” büyük oranda dijital araçları (TV’ler, bilgisayarlar, tabletler, cep telefonları vb.) yoluyla, internet üzerinden şu mesajı yaymaktadır: Olabildiğince görün, online iletişim kur, ne yolla olursa olsun çok para kazan, bir biçimde ünlü ol. Bu yolla “var olmak”, kişinin kendi benliğini yok ederek imaj kültürünün kurbanı olarak yaşamaktır. Beş yaşındaki çocuğun elinde tabletle oynaması onu böyle bir geleceğe hazırlayacaktır. Bir giyim firmasının küçük çocukları “tarzı olan çocuklar” adı altında moda dünyasının sevimli üyeleri yapmaya çalışması böyle bir sonuca atılan adımlardır. (Erdal Atabek-Cumhuriyet, 22,09.2014)

Sanırım bu saatten sonra “her yerde görünme” hastalığından söz edebiliriz. “Her yerde ben olayım, ben bilineyim, en önde olayım, adımı herkes bilsin, kimse benden vazgeçemesin,” hastalığından yani…

Oysa bize öğretilen, ya da bizim bildiğimiz, önemli olanın yazar ve şairlerin görünmesi değil, bilinmesi… Toplumda yüzleriyle değil, yazdıklarıyla var olmaları…