İlk adım yani Burkal' ın Türkçe bir anlamı yok, ikinci ismim  Efe' yi ise doğum günüm 9 Eylül olduğu için koymuşlar. Soyadım Sakızlıoğlu. Bu soyadını ise baba tarafımın zamanında Sakız Adası' ndan Çeşme'ye gelmeleri sonucu aldığımız kuvvetle muhtemel. 38 yaşındayım ve biraz gecikmiş bir ziyaretle soyadımı bana veren topraklara gittim geçtiğimiz hafta sonu eşimle birlikte. Gecikmişliğim sadece kendimle ilgili değil, ömrü zamanı içerisinde babamla birlikte gitmeyi çok isterdim; ancak olmadı. Biraz metaforik biraz da sembolik olarak babamın kabrinden aldığım toprağı, adanın merkezinde bir parkta kendine yer bulan bir gül fidanının dibine bıraktım, aynı alandan aldığım toprağı da babamın kabrine bırakacağım. Bir sonraki gidişimde İzmir' den taşıyacağım bir zeytin fidesini Sakız' a ekip oradan alacağım bir Sakız ağacı fidesini de İzmir' e ekeceğim. Bütün bunları neden mi yapıyorum! Sorma neden...

Sevdim ben Sakız' ı. Soyadımla alakası yok, belki de çok alakalı... Adada geçirdiğimiz 1 günde yaşadıklarımıza dair izlenimlerimi paylaşmak isterim sırf bu yüzden. Sabah saatlerinde yağmurlu, soğuk ve renk olarak gri bir havada ayak bastık Sakız' a. Karşıyaka armalı berem ile karşı kıyılardan geldiğimiz o kadar belliydi ki... Kambos' un labirentvari sokaklarında yürürken kaybolduğumuzda, yolda durduğumuz arabadaki çiftin, ooo Karşıyaka Lailapas, hoşgeldiniz kardeşim deyişi, yine Kambos' un sokaklarında yürürken meşhur turunç bahçelerinden "göz hakkı" aldığımız portakalları gören yaşlı amcanın Türkçe "afiyet olsun hayırlı günler" deyişi unutulur mu! Issız bir yolda yürürken istisnasız her bir insanın göz teması kurmak için gösterdiği çaba, yoldan karşıya geçmek istediğinizi metrelerce öteden sezip size yol vermek isteyen arabaların varlığı, otostop çekip durduğunuz araçlarda tek kelime İngilizce yahut Türkçe bilmemelerine rağmen sizinle gönül dilinde iletişim kurmak için gösterdikleri çaba ve bizi limana bırakan o çiftin araçtan inerken belki de bildikleri tek çift Türkçe kelime ile "Hoscakal Arkadas" deyişi unutulur mu! Kaldığımız pansiyon Topakas House' un ev sahibi Eleni' nin ikramı incir rakısı deminde ve fonda Sonsuzluk ve Bir Gün çalarken yazıyorum bunları. Çok fazla sohbet edebilme şansımız olamadı vakit darlığından Türkçeyi nasıl bu kadar güsel konuşabildiğini uzun uzun dinlemek isterim bir daha ki sefere, sağlığına Eleni. Rakı demişken, Türkiye' de bakkaldan aldığınız yetmişlik bir rakı fiyatına yakın bir hesapla, aynı rakıyı denize sıfır bir mekanda deni mahsulleriyle donanmış bir masada içebilirsinİz Sakız'da. Yolluk istemenize de gerek kalmıyor hani, istemeden geliyor peşi sıra... Bütün bunlara ek olarak neredeyse sürekli karşınıza çıkan meryem ana ve Hz. İsa figürleriyle bezeli küçük ibadet noktaları var sokaklarda. İnanlar bu noktalarda kendi inançlarına göre mum, tütsü yakıp dua ediyor...

Bütün bunları neden anlattım, sayfamı bir blog gibi kullanıp kendi yolculuğuma tarihsel bir not düşmeyi seviyorum; ancak, elbette fazlası da var. 1 gün boyunca neredeyse hiç telefon kullanmadım, internete girmedim ve televizyon izlemedim. Bu nedenle #İstanbul #Reina saldırısından haberim Pazar akşamı, saat 20 sularında, Çeşme otogarında çay içerken gözüm kazara televizyona takılınca oldu. Aklım ve ruhum Sakız' da bir gül fidanının dibine bıraktığım toprağımda kalmış ve az kalsın başka bir dünyanın mümkün olabileceğine inanacakken ülkeme döndüğümü anladım. Bir can pazarına, bir yangın yerine dönen; hayatta kalabilmek yahut inandığın gibi yaşayabilmek için ya  ölmek ya da varoluşundan vazgeçmek zorunda bırakıldığımız ülkeme. İnsan doğduğu yeri seçemez  elbet  peki ya ölmek istediği yeri?  Bir soru daha; hayallerine benzemiyorsa o kayıp ülkedeki varlığın bunun adına yaşamak denir mi...