Netflix’in yeni orijinal (!) dizisi pek çok ihtiyacı birden karşılıyor: (Belki sadece bu açıdan bile başarılı sayılabilir.) Ülkenin içinde bulunduğu malum durumu iyi değerlendiren senaristler Atatürk’le ilgili -onu seven- herkesin hayalini kurabileceği bir ‘geçmişe dönüş’ fantezisi çok izlenir demişler. (Zavallı insanlarımıza bu hayal iyi gelir diye de düşünmüş olabilirler.) Ortaya pek de matah bir ürün çıkmadı ama geçen haftadan beri sosyal medyanın değişik mecralarında tartışılan, konuşulan bir yapıta dönüştü Pera Palas’ta Gece Yarısı. Bunda aslan payının ana karakterin Atatürk’le karşılaşması olduğunu söylemek mümkün.

GEÇMİŞE GÖTÜREN OTEL

Tabii bir gizem öyküsü de ekleniyor işin içine. Yeni gençler karmaşık, böyle boyutlu moyutlu hikâyeleri seviyorlar.  (Gerçi eski gençler de severdi. Geleceğe Dönüş’ün, Quantum Leap’in ortalığı kasıp kavurduğu zamanlar çok da uzak değil.) Tarihî açıdan bir ulusun en önemli günlerine de izleyiciyi götürdük mü, nefis bir karışım elde ederiz. Bir de tabii biraz polisiye, dedektiflik, hafiyelik (artık siz ne derseniz ondan) ekleyelim. Elde başka ne var bir bakalım: A, Pera Palas otelinde kaybolan bir Agatha Christie var. Buradan yola çıkılarak yazılmış bir de kitap söz konusu, hmmm taşlar yerine oturuyor. Haydi bu kitabı uyarlayalım.

Zamanda yolculuk malum en sevilen konulardan biri. Çoklu evrenler, kuantum filan derken bu konuda el atmadık alan pek bırakmadılar aslında. Daha birkaç yıl önce senaryosu ve zihin yakan olay örgüsüyle epey sağlam bir iş olan Dark’ı anımsayalım. Küçüklere özgü dizilere bile (Umbrealla Academy, Strange Things vb.) sirayet etmiş bir konu bu. Pera Palas’ta Gece Yarısı Netflix fenomenleri olarak işte bu yapımlardan feyz almış, eldeki metni de buna uyarlayıp haydi bir yerli Dark yapalım demiş. Ama tabii bizimkisi Dark gibi ‘dark’ bir film değil. Tarihi referanslarıyla eğlenceli, hatta komik bir karışım da oluversin. Malum gelecekten gelen şaşkın bir karakter var, ortalığı birbirine katan… Onun şapşiklikleri üzerinden yürüyen bir gülmece neden olmasın denmiş. Peki her yaştan seyirciyi kavrayacak bir öykü oldu mu? Kâğıt üzerinde belki.


SAYFANIN TAMAMINI İNDİRMEK İÇİN TIKLAYINIZ


MESELE OYUNCULUK DEĞİL

Gerçekte ise eldeki malzemenin hakkını veremeyen bir yapım var karşımızda. Gereksiz biçimde çok da tartışıldı. Sosyal medyada laf üreten herkes de bir biçimde dizi hakkında atıp tuttu. Ahmet Hakan’ın anlamsızca ve berbat bir üslupla körüklediği gibi Hazal Kaya’nın oyunculuğu konuşuldu daha çok. 
Oysa Hazal Kaya’nın oyunculuğuna gelene kadar diziyle ilgili eleştirilmesi gereken yığınla şey var. Hazal Kaya bu rolde çok da önemli bir performans sergilemiyor, buna katılıyorum ama açıkçası düşük performansta büyük pay senaryonun. Olay akışı da büyük ölçüde üstünkörü düzenlenmiş. Merkezde Pera Palas ve onun zaman yolculuğu yapabilmesi fikri olunca dizi mekânsal olarak da belli bir yere sıkışıp kalmış. Bir avuç karakterle bir dönem İstanbul’u tasviri yapılmaya çalışılıyor. Aslında senaryo genelgeçer seyirci için işlemiyor denemez. Ana karakter Esra’nın 1919’a dönüp olayları karıştırması ulusumuzun kurtuluşunu engelleyecek çünkü. Ortada büyük mesuliyet var. Bu yüzden her şeyin nasıl düzeleceğini merak ediyoruz. Fakat bu merak, gevşek dokulu hikâyenin içinde gezinmemize, karakterlerle bir olmamıza yetmiyor. Çünkü bu noktada karşımıza çıkan unsurlar yapay veya tek tipli.

ATATÜRK’Ü GÖRME ARZUSU

Diziyi mutlaka izlemişsinizdir ya da bir biçimde hakkında bir şeyler duymuşsunuzdur diye neler olup bittiğine çok girmek istemiyorum fakat kısaca değinip geçersek genç gazeteci Esra’nın Pera Palas’la ilgili bir yazı için ziyaret ettiği otelin Agatha Christie odasında geçmişe gitmesiyle başlayan bir entrika var. 1919’da tam da Mustafa Kemal’in Samsun’a seyahatinin öncesindeyiz. İngilizler Ata’mıza suikast yapmak istiyorlar. Bunu engelleyen kişi ise Peride diye bir kadın. Ayrıca Ata’ya da yanık. Fakat o da ne? Bir de bakıyoruz ki Esra ile Peride tıpatıp aynılar.  Birtakım hainler Esra’nın boşboğazlığı yüzünden Peride’yi öldürüyorlar. İşte şimdi hapı yuttuk, suikasti Peride önleyecekti. Çaresiz Esra kendisinin aynısı olan Peride’nin yerine geçiyor. 

Bu yaratıcı hikâyeye inanmak istesek de olayların kuruluşu, gelecekten gelen iki tiplemenin hiç yadırganmadan ortama karışabilmesi diziye bağlanmamızı neredeyse imkânsız kılıyor. Mantık hataları, boşluklar, yerine oturmayan durumlar art arda karşımıza geliyor. Sürekli ‘Ahmet abi, Ahmet abi’ diye bağıran Esra’nın günümüz Türkçesi nasıl oluyor da o dönemin Türkçesinde rahatsızlık vermiyor hayret. Gerçi senaryo ‘bilakis, fakat, vaziyet, bilhassa, evvel’ gibi sözcükler kullanarak o dönemin dilini konuştuğunu sanıyor. Ki bu sözcükler de çoğu zaman oyuncuların ağzında epey yapay kalıyor. (Özellikle de Esra’nın bu dili konuştuğunu göstermek için yaptığı taklit görmelere seza! Üstelik komik de değil.) Bir de kızcağız Arap alfabeli Türkçe yazıyı okuyamıyor, ah ah bir gecede bak nasıl da kaybetmişiz ecdadımızın dilini! 

İNANDIRICILIKTAN UZAK

Bu dil meselesi Türk tarihinin farklı dönemlerine kafayı takmış TRT dizilerinde de karşımıza çıkıyordu. O dönemin dilinde olmayan yeni sözcükleri tarihi karakterler maşallah şakır şakır kullanıyorlar. Pera Palas’ta ise bizim Esra hızını alamayıp şarkılar söylemez mi? Hem de Sezen Aksu’dan ve Britney Spears ablamızdan… Dahası orkestra da maşallah notasız motasız çatır çatır çalıyor bu modern şarkıları. Yahu yuh, bu sahneye nasıl inanalım biz? 1950’lerin Amerikasında Rock’n Roll çalan Marty McFly’a mı özendiniz? Esra hanım milenyum giysileriyle 1919 Pera Palas’ına iniyor, bir Allahın kulu da ‘bu kim yahu, uzaylı mı?’ diye dönüp bakmıyor. Dahası 2000’lerin kadın hareketinin sözünü geçmişe aktaran, erkek egemen sisteme ağzının payını veren bir temsilciye dönüşüyor. Bugünün genç seyircisini tavlamak için iyi bir yöntem. Daha derin ve farklı bir öyküleme içinde başarılı olabilirdi. Bu biraz polisiye biraz tarihsel entrika içinde ise havada kalıyor. Anlatıya bir katkısı olmayan sahneler…

Bununla birlikte görüntü yönetimi, sahne tasarımı çok başarılı. Özellikle gece sahnelerinde yaratılan karanlık atmosfer, ışık kullanımı dizinin en güçlü yanı. Esra’nın Sütlüce’ye gittiği sahnede de belirginleştiği gibi iki farklı İstanbul’u sanat tasarımı olarak belli ölçüde tasvir edebiliyor. Harcanan paraya en azından bu anlamda değmiş. Ama Pera Palas’tan Konak’a giden yol, işgal gemilerinin olduğu Boğaz görünümleri daha zengin, ayrıntılı kılınabilirdi. Elbette bunun için de çok daha iyi çalışılmış bir senaryoya ihtiyaç vardı. Bu hâliyle Pera Palas’ta Gece Yarısı, bizim yüzeysel ve düzeysiz televizyon kanalları için üretilen dönem dizilerinden çok da uzakta değil. Dark’ın zaman yolculuğu fikrini Woody Allen’ın Midnight in Paris’iyle birleştirip sunmak da zaten dahiyane bir fikir değil. Geriye galiba bir tek Atatürk’lü sahneler kalıyor. Ki açıkçası hem Hakan Dinçkol’un Ata’ya pek benzememesi hem de konunun senaryoda yeterince güçlü işlenmemesi bu sahnelerin yaratacağı heyecanı da baltalıyor. Geriye ise beklentileri karşılayamayan 8 bölümlük bir zaman kaybı kalıyor.