Beklenen hayatı yaşamak her zaman daha kolaydır. Rutinler hayatı kolaylaştırır. Kimi bu rutinleri kırıp hayatın ve sistemin dayattığı koşullardan özgürleşmenin yolunu arar, kimiyse mevcudun tekrarını sağlamayı, hatta ona katkı koymayı daha kolay bulur. Böylelikle hayat akar, doğarız, büyürüz, okullara gidip meslekler edinir, beklendiği üzere evleniriz. Ferhat Uludere, Edisyon Kitap’tan yayımlanan son romanı Nikâh Sarhoşluğu’nda evlenme arifesindeki bir genç adamın hayatının bu evlilik evresinde soluklandırıyor bizi. Babasıyla çatışmalarını çözememiş, ona benzememeye çalışırken ona hep biraz daha benzediğini fark eden, bunun farkına vardıkça büyüyen bu adamı anlatırken evlilik arifesinde ailelerin de işin içine girmesiyle baba-oğuldan aileye, aileden topluma geniş bir yelpazeden günümüze bakıyor. Okuruna eğlenceli bir hikâye anlatırken onu kendisiyle ve toplumla yüzleştirecek hassas ve sert noktalara dokunuyor. Ferhat Uludere ile romanını konuştuk.


SAYFANIN PDF'İNE ULAŞMAK İÇİN TIKLAYINIZ


Evlenme arifesinde babasına benzememeye çalışan birinin hikâyesini anlatıyorsun. Roman nasıl doğdu? Neden evlilik-aile-toplum temelleri üzerine kuruldu?

Nikâh Sarhoşluğu kendiliğinden ortaya çıkan bir roman aslında. Bir dostumla başlayıp tamamlamadığımız bir projenin içinden çıktı. Pandeminin ilk günlerinde başka bir roman yazıyordum. O şaşkınlık, ne yapacağımızı bilemediğimiz korku dolu zamanlarda Nikâh Sarhoşluğu’na sarıldım diyebilirim ve kısa zamanda da bitirdim. Zaten yarıya yakını yazılıydı. Türkiye son on beş yılda birçok değer yıkımı yaşadı. Yerine yeni değerler inşa edildi. Pandemi bir anlamda yarattığımız tüm değerlerin çöküşü gibiydi ve bize kurduğumuz tüm değerlere aslında pamuk ipliği ile bağlı olduğumuzu gösterdi. Ben de bu vesileyle baba-oğul ilişkisini bir erkeğin yaşayacağı en büyük değişimin içinde göstermek istedim. O yüzden de kutsadığımız tüm değerlerin, aile, evlilik, toplum gibi ne kadar ikiyüzlü olduğunu ortaya çıkarmak istedim. Bunu da o değerlerle eğlenerek yaptım.  

GELENEKSELDEN MODERNE KİMLİKSİZLEŞEN MEKÂNLAR

Kitapta rakı ve bira, baba ve oğul üzerinden bir çatışma halindeler. Bu kimlik savaşından bahseder misin biraz?

Rakı gelenekseli bira ise moderni temsil ediyor kitapta. Rakı baba, bira ise genç içkisi… Aslında daha ilk başta çocuğun geleneksel değerlere hâkim olduğunu görüyoruz, ama bunlara bulaşmak istemiyor. Babası önünde bir engel olarak duruyor. Ve oğlan yavaş yavaş babaya benzerken rakı içmeye de başlıyor.

Bir anlamda kimliksizleşen mekânlar üzerinden günümüzün tüketim alışkanlıklarını da sorguluyor diyebilirim kitap için. 

Evlilik de bir karakter gibi giriyor romanın içine. Anlatıcı ondan bir hatalar oyunu olarak da bahsediyor, yoksul dayanışması olarak da… Geçmişten geleceğe evliliğin değişen ve değişmeyen yanları neler sence?

Popüler deyimle evlilik hiçbir zaman sadece yalnızca evlilik değildir. Çünkü “gençler birbirini sevmiş bize de baş göz etme düşer” sözünde “baş göz” edilen sadece gençler olmaz. Gençler ailelerin nezaretinde evlenir. Aileler ve gençler hep birlikte nikâh kıyar. O yüzden de hikâyenin çatışması bunun üzerinden kuruluydu.

Elbette bizim kahramanlarımızın evliliği bir kraliyet düğünü etkisi yaratmıyor ama her evlilik insana yeni akrabalar kazandırıyor.

“TOPLUM OLARAK İKİYÜZLÜYÜZ”

Kahramanımız kendine karşı ikiyüzlü oluşundan yakınıyor, ailelerin defoları dökülünce el âlemden kaçan ama kendi ikiyüzlülüğüne yakalan insanlar görüyoruz. İkiyüzlülüğümüz hakkında ne düşünüyorsun?

Toplum olarak ikiyüzlüyüz. Bu toplumu bu hale getiren de bu riyakârlığı oldu zaten. Hoşgörülü olduğumuzu söyleriz ama kendimiz gibi düşünmeyene tahammül edemeyiz. Zalimin karşısında olduğumuzu söyleriz ama her zaman gücün yanında saf tutarız. Ahlak bizim için en önemli değerdir ve ne hikmetse yaptıklarımız hep ahlaksızdır. 

HAYATIMIZ BİR KISIRDÖNGÜ

Sistem eleştirisi yapan ancak sistemi de destekleyen bir kahramanı okuyoruz. Bu da bana bir ülke profili gibi geliyor. Bu kısırdöngü hakkında ne düşünüyorsun?

Kahramanımız bir beyaz yakalı ve sistemin tam da göbeğinde yaşıyor; sisteme entegre olmuş durumda. Babası sistemi büsbütün reddetmiş ve sistemle bağlarını koparmış, ama çocuk buna hazır değil, hatta bunun gibi bir niyeti de yok. Sistemin içinde var olmak ve arkasından konuşmak işine geliyor. Çoğumuz öyle değil miyiz? Bu kısırdöngü bizlerin hayatı… Eleştirmekten başka hiçbir şey yapmayan bir sınıf var bu ülkede…

Romanın tiyatroya uyarlanacağını biliyoruz. Çalışmalar ne aşamada?

Çalışmalara yeni başladık aslında. Malum birçok iş yapmak zorunda kalıyor insan. Şu an teksti ortaya çıkarma aşamasındayız. Romanın tamamını sahneye taşıyamayacağımız ve planladığımız oyun da tek kişilik olduğu için Nikâh Sarhoşluğu’nu tek kişilik bir oyun haline getirmeye çalışıyoruz. Yakın zamanda tekstin biteceğini düşünüyorum ve kısa zaman sonra da provalarına başlarız.

Dinginlik, Kabul ve Neşe ile Yaşamak Mümkün mü?

Karl Ove Knausgaard’ın Monokl Yayınları tarafından Eylül 2021’de yayımlanan Gökteki Kuşlar adlı kitabında kısacık bir hikâye anlatılıyor. Ancak bu hikâye, düşünmemizi sağlayan, yüzümüzü varoluşa çeviren büyük sorular sormamıza vesile oluyor.

Knausgaard 1968 yılında Norveç Oslo’da doğmuş. Tüm dünya gibi biz de onu 6 ciltlik Kavgam adlı romanlar serisi ile tanıdık. Bu seri romanlar otobiyografik özellikler taşıyordu, hatta yazar hayatındaki insanların adlarını hiç çekinmeden paylaştığı için epey eleştirilere de maruz kalmıştı.

Gökteki Kuşlar ise incecik bir kitap. Norveççeden Buket Tellioğlu’nun çevirisiyle dilimize kazandırılmış. Stephen Gill’e ait olan kapak fotoğrafı ve kitabın içindeki fotoğraflar okuru daha hikâyeyi okumadan Kuzey’in coğrafyasına çekmeyi başarıyor. Kuşları ve kuş sürülerini uçsuz bir kırın ortasından hissediyor, onların kanat çırpışlarını duyabiliyorsunuz. Nitekim hikâyeyi okurken de onları hissetmek, yolda giderken bir kızılgeyikle karşılaşmak mümkün… Yani doğa bahçede elma ağacının altına kurulan masadan bahçe kapısına yuva yapan kumrulara kadar hikâyenin her yerinde bizimle.

Birinci tekil anlatıcıyla anlatılan hikâye hemşire bir annenin kızıyla ve annesiyle olan hikâyesi aslında. Yaşlanan annesine bakmak için geri dönen bir kadın ve bu kadının ziyaretine gelen genç kızı arasında geçiyor olaylar… Uzun ve karmaşık olaylar zincirinden de bahsetmek mümkün değil bir taraftan. Knausgaard’ın anlatısında hayat öyle kendi halinde ve öyle olağan akıyor ki anlatıcının gözlemledikleri ve düşünceleriyle birlikte o hayatın içinde rahatlıkla akıyor okur.

O hayatın içinde akarken yaşam duraklarında annesiyle kızının arasında duran anlatıcımız ise kızını ve annesini de doğayla birlikte gözlemleme şansı buluyor. Bir yandan kızının doğumunu hatırlarken yaşlanan annesinin cenin pozisyonunda yatışıyla “nefes alanlar diyarının” içinde geziniyor. Hayattaki kaygılar, endişeler, öfke ve anlaşmazlıklar, korumacı tavırlar zihninden geçerken okur da hem anlatıcıya hem de aile ilişkilerine ve yaşantılarına dair fikir ediniyor.

“Ben orada dururken kumrulardan biri evin çatısından aşağı uçup geldi ve bana hiç aldırış etmeden yuvanın kenarına kondu, öne doğru eğildi ve gagasıyla yavrularını beslemeye başladı.”

İnsanın geçmiş ve gelecek arasındaki tüm dalgalanmasına rağmen kumrular yaşantılarına geçmişi düşünmeden, gelecekten kaygılanmadan devam ediyorlardı. İşte bu ve bunun gibi noktalar, kitabın zeminine işleyen Kierkegaard felsefesini okura hatırlatırken Kierkegaard’a referansla okurun düşünceyi nerede arayacağının ipucunu da veriyor.

Referans edilen kitap: Kırdaki Zambak ve Gökteki Kuş. Bu, Kierkegaard’ın Üç Dini Sohbet alt başlığıyla yayımlanan kitabı. Bu kitapla birlikte Kierkegaard’ın varoluşa dair fikirlerini tanımak mümkün. Anlatıcı ise bu kitabı okuduğunda hissettiklerini şöyle tanımlıyor:

“Kitabı okumayı bitirdiğimde kendimi Tanrı’nın Krallığı’nın eşiğinde gibi hissettim.

Tanrı’nın Krallığı hemen yanı başımızdaydı ama bize bir o kadar da uzaktı.

Ve bu krallığa giriş ise zambaklar ve kuşlardan geçiyordu.”

Peki, ne demekti bu?

Kierkegaard zambaklardan ve kuşlardan öğrenebileceğimiz üç temel şeyden bahsediyordu kitabında. Bunlardan ilki gelecek kaygısını taşımadan, sakinlik ve dinginlik içinde, olduğun hali, olduğun gibi kabul ederek yaşamaktı. İkincisi yaradılışını ve doğadaki yerini kabul ederek itaatkâr bir biçimde yaşamaktı. Üçüncüsü ise başına gelen şeyleri Tanrı’nın uygun gördükleri olarak düşünüp yani yine sükût ve itaat içinde, ama çekeceğin acıyı düşünmeden, gelecek için kaygılanmadan sadece varoluşun tadına vararak yaşamaktı; tıpkı gökteki kuş, kırdaki zambak gibi…

“Kitapta onların sessizliği, itaatkarlıkları ve neşelerinden bahsediyordu.

Her şey onlar ve çevrelerindeki dünya ile aralarında bir aykırılık olmamasıyla ilgiliydi. Geleceğin olmamasıyla ilgili. Tanrı’nın Krallığı, kırdaki zambakla gökteki kuşun her zaman içinde yaşadığı anda gizliydi.

Kuş ânı yaşıyordu, bu yüzden atmacanın yavrularını alıp götürdüğü aynı yere son dört senedir tekrar tekrar yuva yapabiliyordu. Onun için geçmiş ya da gelecek yoktu, yalnızca bir zaman sonra doğacak olan yavruları ve yuvası vardı. Atmacanın gelip onları kapması o anda var olan bir gerçek değildi onun için, bu yüzden bunu düşünüp ona göre yaşamıyordu.

Kuşun başına gelenler onun kontrolünde değildi, bu nedenle onu ilgilendirmiyordu.”

Bu kısacık hikâye, yarattığı atmosfer ve kullandığı imgelerle, korkularıyla birlikte geçmiş ve geleceği düşünerek kendisinin ve ânın ötesine düşen insanın kendini doğadan ayırıp varoluşunu deneyimleyemediğini gösterirken sorusunu okura bırakıyor:

“Bizim için de böyle düşünmek mümkün müydü?”


KELİMELERİN İZİNDE

anafor

1. coğr. su ya da hava akıntısının, önüne bir engel geldiğinde ya da karşılıklı olarak çarpıştıklarında çukurlaşarak, dönerek oluşturdukları çevrinti. eş, burgaç.

2. arg. para vermeden, hiç emek harcamadan, yolsuz olarak elde edilen şey.

3. arg. bir kimseden, bir yerden zorbalıkla alınan para, haraç.

4. mec. karmakarışık gidiş, sürükleniş.


SATIRLARIN İZİNDE

“Takvimler, onlara sahip olan insanlar hakkında çok şey söyler. Hele benim gibi hangi yılda, kaç yaşında olduğunu bilmeyen, geleceği olmayan insanlara… Her adımımızda yeni şimdimize ulaşırız diyordu bir takvim yazısı. Oysa yeni şimdiler yeni geçmişler olmaya mahkûmdur. Hangi duvarda asılıydı acaba o? Evin her duvarını bir sene için ayırdım. Yatak odamın kapısının solundaki duvar sadece Seksen Yedi yılına ait, antredeki vestiyerin yanında kalan küçük boşluktaysa Kırk İki yılının takvimleri asılı. Ne kadar geçmişe gidersem o kadar az bulunuyorlar. Sahip olduğum en eski tarihlileri başlarına olmadık kazalar gelmesin diye çatı katında saklarım. Üzerlerinde sevimli yavru kediler, klasik otomobil fotoğrafları, çiçekler, dağ manzaraları, tarihî şehirler, güneş batarken kıyıya vuran dalgalarda koşan güzel kadınlar… Dışarıdan bakarken beni içlerine çekiyorlar sanki.”

Dünyamın Dibi, Ayşegül Bostancı, MonoKL Yayınları


YAZARIN İZİNDE

SAİT FAİK ABASIYANIK

1906’da Adapazarı’nda doğdu.

1924 yılında İstanbul’a geldi.

Bugün adıyla anılan Burgazada, İstanbul’da yaşarken önce yazlık kiraladıkları yerdi.

İlk öyküsü İpekli Mendil’i Bursa Erkek Lisesi’nde yazdı.

1928’de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne kaydoldu.

9 Aralık 1929’da ilk yazısı Milliyet gazetesinde yayımlandı.

1930-34 yıllarını daha çok Fransa’da geçirdi.

İstanbul’a döndükten sonra Varlık dergisinde öyküleri yayımlanmaya başladı.

Türkçe öğretmenliği yaptı.

1936’da babasının baskı maliyetini karşılaması sayesinde ilk kitabı yayımlandı.

1938’de ailesi Burgazada’daki köşkü satın aldı, bundan birkaç ay sonra babasını kaybetti.

Kitapları ve öyküleri yayımlanmaya devam etti.

1945 yılında siroza yakalandı. Yazmaya devam etti. Tedavisi için yurtdışına gidip geldi.

1954’te ciddi bir kriz geçirerek komaya girdi.

11 Mayıs 1954’te vefat etti.

Annesi Makbule Abasıyanık’ın vasiyetiyle Sait Faik’in hak ve gelirleri Darüşşafaka Cemiyeti’ne bağışlandı. Vasiyetnameye göre 1959’da Sait Faik Abasıyanık Müzesi açıldı ve 1964’te Sait Faik Hikâye Armağanı Darüşşafaka Cemiyeti tarafından verilmeye başlandı.


KİTAPLARIN İZİNDE

İdeal Defter – Brenda Lozano (Notos Kitap, Roman, Eylül 2021)

Adam annesini kaybetmiştir, kadın geçirdiği kazanın ardından iyileşme dönemindedir. Tanıştıktan kısa süre sonra beraber yaşamaya başlarlar. Ama adam annesinin anısının izinde İspanya’ya gider, kadın da Meksiko’da onu bekler. Bu bekleyiş aynı zamanda içsel bir yolculuk. Hem sevgilisinin yokluğunun yarattığı boşluğu kapamaya hem de şehirdeki kırtasiyeleri dolaşarak ideal defterini bulmaya çalışır.

İdeal Defter kadının bakış açısından anlatılan bir aşk hikâyesi. Bu modern çağ Penelope’si örüp sökmek yerine defterine yazıp silmektedir, zira “ideal bir defter kısa, bölük pörçük, tutarsız, uzun veya rastlantısaldır.”

İçi Güzel Olsun – Nazlı Deniz Güler (Alakarga Sanat Yayınları, Öykü, Eylül 2021)

“Daha onu gördüğüm ilk an, çirkin bu adam, diye düşünüyorum. Tamam, kemik gözlüklü, pis sakallı, yeni moda havalılardan ama basbayağı çirkin. … Bu saatten sonra seçenekleri azalıyor insanın. Çirkinse çirkin, içi güzel olsun.”

İçi Güzel Olsun’daki öyküler yazarında beklemiş, acısını ona bırakmış, okuruna ancak bundan sonra ulaşmış öyküler, okuyunca göreceksiniz. İnsanlara belli bir mesafeden bakıyor ama her durumda onları severek, onlarda, onların hayatında neşeyi, tebessümü yeniden keşfediyor. Nazlı Deniz Güler günlük hayatın içindeki hikâyeyi ve insanı bulup çıkarmayı başarıyor, hikâyelerinden çıkan da bu: gün, hayat ve insan!

Olumlu Karakter Özellikleri – Angela Ackerman, Becca Puglisi (Hep Kitap, Araştırma-İnceleme-Referans, Eylül 2021)

Karakterinizin nasıl biri olacağına karar vermek kolay ama iş orada bitmiyor. Diyelim ki iyimser bir karakter yarattınız.

Karakteriniz hayatta neler yaşamış ki iyimser olmuş? İyimser biri olarak nasıl davranır? Neler düşünür? Edebiyatta, gerçek hayatta ya da sinemada aynı özelliğe sahip karakterler var mı? Peki bu karakterinizle çatışma yaratması için yardımcı karakterlerinizin ne tür özelliklere sahip olması gerekir? Ya da onu zorlayacak senaryolar nelerdir?

Eğer karakter yaratmak size zor geliyorsa ya da bütün karakterlerinizin birbirine benzediğini düşünüyorsanız Olumlu Karakter Özellikleri kitabını baş ucunuzdan ayırmayın!

Riske Övgü – Anne Dufourmantelle (Kolektif Kitap, Felsefe, Ekim 2021)

Fransız filozof ve psikanalist Anne Dufourmantelle, tedbir ve güvenliğin temel değer kabul edildiği modern dünyada risk almaya bir övgü olan bu metninde felsefi düşünceyle bir psikanalist olarak biriktirdiği vaka örneklerini harmanlayarak özgün ve eleştirel bir dünya kuruyor. Bağımlılık, dil, unutuş, aileyi terk etme, yalnızlık, kayıp, kaygı ve itaatsizlik gibi konulara bakışımızı sarsacak sorular yöneltiyor. Ona göre risk hayatın içinde bilinmedik bir alan açan, tutumlarımızı, varoluş tarzımızı belirleyen bir dönüşüm ânı, şimdide olma imkânı.

Yazar, “Yaşamı riske atmak, yani sahiden yaşamanın riskini almak ne demektir?” sorusunun peşinden gidiyor.

Editör: Haber Merkezi