“Ben yazılarımı salı günü kaleme alırım. Yazarken gözüm tarihe takıldı. 26 Mayıs, bugün Tarık Dursun K.’nın doğum günü, 1931 senesinde İzmir’de dünyaya geldi. O 1950 kuşağının önemli bir yazarı olmasının yanı sıra senarist, rejisör, gazeteci ve yayıncıydı. Kitaplarında küçük esnafı, fabrika işçilerini, mahallemizde yaşayan hayatın içindeki insanları şiirsel bir dille anlatmıştır. İzmir’de edebiyatla uğraşan herkesin yolu mutlaka onunla veya kitaplarıyla kesişmiştir.”

Her zaman ki gibi sokakta arkadaşlarla topun peşinde koşturuyoruz. Emine yengem yanımıza geldi. Bana dönüp, “Levent ağabeyin nerede?” dedi.

Yolun yukarısında meşe, arada sırada top, çelik çomak oynadığımız boş toprak arazi vardı. Orayı gösterip, “Kürt Hasan ile meşe oynuyor” dedim. Kızdı, kaşlarını çattı.

“O ne demek arkadaşlarınızı o şekilde ayırmayın. Sadece Hasan desene, saygısızlık yapma” dedi. O kadar çok şaşırmıştım ki hatta top oynadığımız arkadaşlar da şaşırdı. Daha yedi yaşında ya vardım ya yoktum. Çocuklarla göz göze geldik.

“Yenge bunu bir tek ben söylemiyorum ki!”. Arkadaşlarımı gösterdim. “Bak bu Konyalı Ahmet, ilerideki Afyonlu Ali” dedim. Bu arada çocuklar beni onaylamak için başlarını sallıyorlardı. Bunu biz birbirimizi ayırmak için değil isimleri ayırmak için sadece saf bir duyguyla yapıyorduk. Yengem dinlemedi, birkaç kez Levent ağabeyi çağırmak için seslendi. Nafile sesini duyuramadı. Sonra tekrar bana döndü kaldığı yerden devam etti.

“Olsun sen kimseyi o şekilde çağırma, kahveye git dayına söyle eve gelsin”

“Dayım hangi kahvede?” dedim. Çünkü bulunduğumuz bölgede dört beş tane kahve vardı.

“Garibin kahvesine gidiyor” dedi. Kahvehaneleri sevmiyordum. Hatta girip içeriden birini çağırmaktan nefret ediyordum. Yapacak bir şey yoktu. Emir büyük yerden geliyordu. Garibin kahvesi Gül Kırtasiye’nin karşısında merdivenlerle çıkılan yoldan üç beş basamak yukarıda bir kahvehaneydi.

Küçük bir çocuksanız, kahvehaneden içeriye girdiğiniz an bir sürü öfkeli surat ve kızgın göz size bakar. Birazdan isim söyleyeceksiniz ve masanın birinden bir kişi eksilecek. Adımınızı içeriye attığınız an ocakçı veya garson hemen başınıza dikilir.

“Kimi arıyorsun?”

“Ali dayımı”

“Oğlum öyle bulunur mu? Bir sürü Ali var. Görüyor musun?”

“Üç masa ötedeki dayımı gösterdim.” Garson enseme bir tokat attı.

“Gâvur Ali desene kerata” dedi. İstemsiz bir şekilde, “Gavur sensin” dedim. Bir kahkaha patlattı.

“Gavur Ali! Bu velet seni soruyor” dedi. Dayımın sırtını görüyordum, dönüp beni gördü. Masadan kalktı, yanıma geldi.

“Yengem çağırıyor” dedim. Kalktığı masaya döndü.

“Benden bu kadar beyler” dedi. Masada gürültü koptu. Ben hemen kaçtım.  Dayım elinde Huzur gazozuyla geldi. Bana uzattı.

“İçtikten sonra şişeyi kahveciye getirirsin” dedi. Kahvedekilere içimden kızmıştım benim dayım Gâvur değil diye. Kötü bir kelime değil miydi? Anlamadığım onlara neden kızmıyordu.

1994 yılında mahallemize seksenlerin sonu doksanların başında Bulgaristan’dan göç eden bir aile taşındı. Beş kişiydiler; anne, baba, iki kız bir oğlan, en küçüğü olan oğlan yedi yaşında ortanca kız bizimle yaşıt en büyük kız ablalarımızla yaşıttı. Bizler lise çağındaydık. Küçük oğlan yaşıtlarıyla hemen kaynaşmıştı. Bir gün yanıma çağırdım. Adının Ali olduğunu öğrendim. Mahallede iki tane Ali olmuştu. Futbol takımlarındaki gibi sonradan gelene yaşından dolayı küçük lakabını takardık.

“Seni bundan sonra kendi aramızda Küçük Ali diye çağırırız” dedim.

“Arkadaşlar bana Gâvur Ali diyor” dedi. Emine yengemin söyledikleri hep kulağıma küpe olmuştur.

“Olur mu öyle şey? Ben konuşurum onlarla.” Ertesi gün çocukları topladım.

“Bundan sonra kimse Ali’ye Gâvur demeyecek” dedim. Ersen, Hasan’a dönüp, “Gördün mü ben sana dedim Bulgar Ali diyelim diye” dedi.

“Çocuklar, farklı farklı lakaplar takmak yok. Tamam mı?” dedim. Hepsi başını salladı.

Emine yengem beni kahveye her gönderdiğinde koşarak giderdim. Dayım mutlaka elinde bir gazozla gelirdi. Sarı gazoz favorimdi. Yolda giderken hep şu soru olurdu aklımda “Dayı sana neden Gâvur diyorlar?” Bu yazıyı yazmak için onu aradım yıllar sonra aklımdaki soruyu sordum…

Keşke Emine yengem olsa ve beni yine dayımı çağırmaya gönderse. İnanın gazozu gözüm bile görmez, sadece bir ses bir nefes duymak için, ne güzelmiş o yıllar…