Merhaba Erbil Abi,

Tanışıklığımız -yapıtların tanık- çok daha eskidir ama sana, “Merhaba Erbil Hocam!” diyeli otuz yıldan çok oldu.

“Hocam” deyişim boşuna değildi. Mesleğe yeni başlamıştım. Kıyıda köşede kendimce bir şeyler çoğaltırken usta gazetecileri de daha bir yakından izler olmuştum. “Merhaba”nı o yoğunluğun içinde ulaştırmıştın geciktirmeden. Gazetecilikten, o gün imzalamaya durduğun (“Bin İnsan”, “Bin Tanık”, “Bin Belge”) kitaplarından konuşurken nereden geldiyse aklıma, “Biz benziyoruz da birbirimize...” deyiverince daha dikkatli bakmıştın bana. Sonrası mı? “Sahi yahu! Ama sen daha yakışıklısın!” olmuştu.

Nasıl bir sıcaklıktı bu, nasıl bir kucaklaşmaydı... Ne çok yerde söz açmıştım, hakkını teslim ederek.

Ne zaman senden açılsa söz Horace McCoy’u ve onun unutulmaz yapıtlarından birini, “Gazetecinin Ölümü”nü anımsardım o yıllarda. Korkardım toplumda gözünü budaktan sakınmayanlar; iyi, dürüstçe çalışanlar için... Bunu da söylemiştim o gün sana. Elini şöyle yüreğinden öteye savurmuş, “ateş olan cürmü kadar...” dememiştin de “Bu meslek başka türlü yapılmaz! Başka türlü işler, bu mesleğe hiç sığmaz.” dedikten sonra şunu da eklemiştin: “Bütün bu olup bitenlere sessiz kalmak doğru değil, doğru ama en kötüsü bilirken susmaktır.

Sevgili Erbil Abi,

Senin Karaburun yolların gibi sapa bizim de yaz yollarımız. Araç değiştire değiştire indim önceki gün İzmir’e. Metrodayım. İnsanlar suskun, endişeli, uzak... Konuşmalar fısıltıyla. Varsak bir an önce de insek, rüzgârı sert esiyor. İşçiler çöp topluyor demiryolunda. Koca kara torbalar birbiri ardınca dolup taşıyor. Diyelim temizledik yolları! Ya dünya/ dünyalarımız ya duygular, düşünceler ya sevgisizliğimiz, kirlenen hayatlar... Ben seni okuyorum. “Önce Çocuklar Öldü”yü yola çıkarken atmıştım çantama. “İçimizdeki insanı bir an önce bulmak umuduyla...” diyerek imzalamıştın 1990’lı yılların giriş kapısında.

Unutamadıklarını sıralamaya başladı, sokakları dolaşırken. Önü bahçeli küçük evler. Kendi küçücük evleri. Duvarlarını yazıladıkları yüksek yapılar. Bir yanı kaldırımsız birinci cadde...” Alıp beni Ankara’nın geniş caddelerine, bulvarlarına götürüyorsun.

Afişe çıkmışız. Kalabalığız. Ankara Palas’ın önünde ekip sarıyor çevremizi. Ekip otosuna doluşuyoruz. İzin belgemizi çıkarıyor Adnan. Okuması yokmuş havasında bakıyorlar kendilerinin hazırladığı belgeye... Derken, Milli Eğitim Bakanlığının oralara gelmişiz, “İyi madem, hadi inin, bitirin afişinizi...” diyor ekip başı olduğunu sandığım biri. İnmiyoruz. “Yağma yok!” diyor Adnan, o da bizim ekip başı. “Aldığınız yere bırakacaksınız.” Söylene sokrana bırakıyorlar...

Kızılay’dayız. Meydanın simge yapısı yıkılmamış daha. Karşıda gökdelen, altında GİMA. Onun duvarına “Yaşasın 1 Mayıs” yazmışız boyumuzca, afili, rengârenk... Sabah vardık ki yok! İyi de daha var 1 Mayısa! O gece yine yazdık, öğrendiklerimizi işe yaratıp. Yanık yağla harman edince boyayı kusmuştu kireç de akılları ermemişti bu işe. Yazımızın önünden geçerek varmıştık Tandoğan Alanına.

Fikret abiyi aradım az önce. Sesi dost yorgunu. Seni konuştuk.

Vefa İstasyonumuzda seni de ağırlamak istediğimizde ne çok derenin suyunu getirmiştin de Gönül Soyoğul, Serdar Kızık hele ki Fikret İlkiz deyince ben ilkin, “Fikret’i nereden buldun yahu!” demiş, “Ustamız kim! Yetişemesek de ardı sıra koşuyoruz işte...” deyince ben, “Oltaya sağlam yem takmışsın Bekir!” diyerek yelkenleri suya indirmiştin.

Bir de o gecenin finali vardı ki Erbil Abi, etkinlik bitmeye yüz tutmuşken oturduğun yerden “Ben yok muyum yahu!” diye gürleyince bütün salon, en çok da Ayşegül Hanım, seni kahkahalarla alkışlamıştık. Hiç bırakır mıydık seni, diyeceklerine kulak vermeden!

***

Kitaba dönüyorum. “Küçücük çocuktular. Kimi asıldı, kimi kendi kıydı canına. Kimine hastalandı, öldü dediler. Kimine kaçarken...

Yine Ankara. Dernek nöbeti. Gün boyu çay yapılacak. “Hocam, biliyor musun çay yapmayı?” Akşamdan Erol, Ömer tarif etmişlerdi. Adnan’a sormamıştım. O, “Yap işte, herkes nasıl yapıyorsa!” der çıkardı. “Hı hı!” dedim. “Öyleyse sen demle servis bende.” demişti. Derneğin en önemli işiydi üstlendiğimiz. Tereyağından kıl çeker gibi bulmuştuk akşamı. Erdal Eren’di nöbet arkadaşım.

Fikret abi, senin sol omzunda kararlılıkla taşıdığın çocuktan açmış sözü, hani menzile irişince “Ne kadar ağırmışsın! Söyle, kimsin sen?” diye sorduğun çocuk.

“Çağının tanığı” son gazeteci görevde kaldığı sürece güneş doğacak Erbil Abi.

........................

Erbil Tuşalp (gazeteci/ 7 Eylül 1945-5 Eylül 2020)

Önce Çocuklar Öldü”, Erbil Tuşalp, Bilgi Yayınevi, Temmuz 1990, Ankara, s.10

agy, s.12

Erbil’in Sol Omzundaki Çocuk”, Fikret İlkiz, m.gerçekizmir.com