Oradaydım, oradaydık ve orada olmaya da devam edeceğiz!

10.04’te

Ölümü gördüm. Ölümü gördük!

Ölümle sınandık.

Sınanmıştık; hem acıyla hem de ölümle...

Ne istemiştik? Barış istemiştik.

“Kansız bir gökyüzü istiyorduk”  kararlıydık. Barış için Ankara’ya yola çıkmıştık.

Kaygılıydık, sadece kendimiz için değil, Barış için kaygılıydık. Evlerimizden çıkarken sanki son kez sevdiklerimizin ve yaşamın alnına gizli bir veda öpücüğü konduruyorduk.

Yol uzadıkça uzadı... Ulaşamadığımız, Barış düşlerimiz gibiydi yol...

Koşar adım hep beraber, Ankara Gar alanına doğru gidiyorduk. Ellerimizde pankartlar, bayraklar, balonlar, dilimizde türküler, el ele tutuşmuş barış halayı çekiyorduk.

Ta ki takvimler 10 Ekim 2015’i, Saatler10.04’ü gösterdiği ana kadar.

Peşi sıra patlayan iki bombanın yarattığı vahşetin içindeydik...  Birden üzerimize yağan et parçalarının, kanın, haykırışın ve kahreden çaresizliğin tam ortasındaydık. Ellerimizden, saçlarımızdan, üzerimizden çıkardığımız, fakat gözlerimizden, beynimizden çıkaramadığımız o kahredici izleri...

Can çekişen, barış güvercinlerinin son soluk alışlarını soluduk. Bu topraklarda ölüm hiç bu kadar alçaklaşmış mıydı? Zulüm hiç bu kadar kanlı olmuş muydu? Ölüm aynı anda bu kadar alçak, bu kadar kanlı hiç olmuş muydu?

Aynı alanda 101 insanımızı kaybettik. 

M. Veysel Atılgan 9 yaşında,  Elimle taşıdığım Mehmet Şah Esin 72 yaşındaydı.

Korkmaz, Gökmen, Ali, Şebnem, Elif gencecik fidan değiller miydi?

Ya öğretmen Gülhan’la, makinist Yılmaz daha yeni evlenmişlerdi. Doğmuş, doğacak çocuklar ölmesin, barış içinde büyüsünler diye...   

Yüzlerce barış güvercinin kanı canı alana saçılmıştı. Zalimin kanlı eli alandaydı. Canımızı, canlarımızı alıyordu. Çaresizdik; sağa, sola koşturuyor, ağlıyor, haykırıyorduk. 

Ölmeyenlerimiz, ölsün diye... Sağ çıkmayalım ölelim diye gazlar sıkıldı üzerimize, sağ çıkarsak mutlaka, ama mutlaka tekrar o alanda barış, kardeşlik isteyeceğimizi biliyorlardı.

Ve yaralılarımız, görünen ve görünmeyen yaralarla dolanan yüzlerce, binlerce hatta milyonlarcaydık.

Yaşadığına sevinemeyen insanlardık. Yaralarımızı sarmaya çalışsak da “ben niye yaşıyorum” travmasını silip atamıyorduk.

Biz, yitirdiklerimiz toprağa verirken, Ülkenin Başbakanı “patlama sonrası oylarımız arttı” dedi.  “Ortadoğu ülkesiyiz, terörle yaşamayı öğrenmeliyiz” diyen yetkili yetkisizler, daha da pervasızlaştılar.

10 Ekim 2015 sonrası...

AKP, tek başına Hükümet de olamayınca, seçim öncesi söylediği kaos ortamını gittikçe derinleştirdi.

Ölümler, ölümleri kovaladı. Mülteci ölümleri, İşçi ölümleri, Kadın ölümleri, Çocuk ölümleri, Uludere, Reyhanlı, Cilvegözü, Dağlıca, Suruç, Cizre, Sur, Sultan Ahmet ve daha nicesi...

İstikrar için 400 milletvekili, istikrar için Başkanlık... Başkanlık için kan ve gözyaşı...

Bir yıl içinde binlerce ölüm, binlerce istikrar kurbanı...

Sokağa çıkma yasakları, bodrum katında, sokakta, meydanda adı konulmamış savaşın acı faturası.

Ölüm tarlasına dönen bir ülke!

Bir darbe girişimi ve darbe girişimi sonrası OHAL ve fiili Başkanlık sistemi. Tutuklanan, gözaltına alınan gazeteciler, akademisyenler, kapatılan gazeteler, televizyonlar, ihraç edilen kamu görevlileri, askıya alınan temel hak ve özgürlükler...

Bir yıl içinde yaratılan kanlı tablo bu, ya bu tabloyla yaşamaya alışacağız ya da bu tabloyu değiştirip; Gökyüzünün kendi rengine döndüreceğiz!