“Sessiz çoğunluğun sesi olmak.” Sinemanın bugün bile en değerli işlevinin hâlâ bu olduğunu düşünüyorum. Oysa sinema hayal gücünün üzerinden insan zihnini geliştirsin, seyirciyi alıp hiç göremeyeceği, düşünü bile kuramayacağı yerlere götürsün, tanıyamayacağı insanlarla tanıştırsın… Bunlar elbette bu sanatın önemli erdemleri. Onu şimdi de başat bir eğlence-iletişim aracı saymamızın önemli yolları. Ama gelir eşitsizliği, toplumsal adaletsizlik, sınıflar arası uçurum ve baskıcı yönetimler söz konusuyken her bir ürününü çok sevsem de sinemanın asıl yapması gerekenin bizi ‘uyandırmak’ hatta ‘silkelemek’ olduğunu düşünmeden edemiyorum.

Filmler yoluyla içinde yaşadığımız bu acımasız dünyayı sorgulamak ve onu değiştirme cesaretini kendimizde bulabilmek… Adil, huzurlu, barış içinde bir dünya rüyasını gerçekleştirmek için filmlerden gelecek motivasyonun, içler acısı yaşamlarımızı orada görmenin getireceği silkinişin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bir film bizi sinik, tutuk, kendi kabuğuna çekilmeye hazır hâlde bırakıyor ya da o duruma sevk ediyorsa o filmi üreten kimselerin sanatçı sorumluluğuna uygun davranmadıklarına inanıyorum. Geniş kitleler sinemanın elbette ruhumuza iyi gelen, bizi belki çoğu zaman sağaltan, günlük sorunlardan uzaklaştıran filmlerini de izlemeli, ama bu bir tür rahatlamayı, yaşadığımız dünyanın dertlerini, düğüm olmuş problemlerini kabullenmeyi içermemeli. Sorgulayan filmlere daha çok alan açmak, onları kitlelerle daha çok buluşturmak zorundayız.


SAYFANIN TAMAMINA ULAŞMAK İÇİN TIKLAYINIZ


KURTULUŞ NEREDE?

Bu yüzden özellikle son yıllarda, Ken Loach gibi, Dardene kardeşler gibi sinemacıların filmlerine daha çok gereksinim duyuyoruz. Elbette 1960 dalgasının sınıf bilinci yüksek devrimci politik sinemasından uzaktayız. Liberal politikalar belki artık önü alınamayacak kadar hayatımıza sızdı. Çalışma düzenimizi kurdu ve dünya nüfusunun büyük kısmı bu iş ve yaşam düzenini kabullendi / kabullenmek zorunda bırakıldı. İçinden çıkamadığımız bu döngünün çelişkilerini, zorluklarını, yaşamımızdan gelen izdüşümleri sinemada görmemiz, çok zor koşullarda yaşam süren insanların hikâyelerine bakmamız gerek. Çünkü kurtuluş tek başına değil, ya hep birlikte ya hiçbirimiz.
Uluslararası adıyla Ayrı Dünyalar, tam da bu dönemde popüler kültürün getirdiği sinemasal ürünlere fazlasıyla alışmış bir seyirci kitlesi için çok doğru bir tercih. Birkaç yıldır Güney Kore sinemasının başı çektiği sınıf temelli filmleri daha sık izler olduk. Parazit’in (2019) bu alanda açtığı çığırdan, sonraki dönemde (Platform, Squid Game gibi) film ve diziler nemalandı. Amerikan bağımsız sinemasından Nomadland gibi filmler de ana akıma göz kırptılar, hem de Oscar’da en iyi film ödülü kazanarak… Bu tip yapımlar ticari sinemayla bağ kurdukça seyirciyi sinemanın temel akışıyla büyülemek, onu şaşırtmak için popüler kültür yapıları üretiyor ya da var olanları farklı biçimlerde kullanıyor. Bunun karşı kutbunda, yaşananları olduğu gibi gösteren ve gerçek insan hikâyelerine yer veren filmler olması gerek. Avrupa kültüründe meseleleri entelektüel biçimde sinemalaştıran Micheal Haneke gibi büyük isimler yanında, 2019’da izlediğimiz Sefiller (les Miserables) gibi küçük, ama çok özel hazineler de var. Bu tip filmlerin sayısı artmalı, etki alanı genişlemeli.

SINIF SORUNUNA KARŞI

Ayrı Dünyalar işte bu tür bir cevher. Temizlik işçileriyle ilgili roman yazmak isteyen bir yazarı merkeze alıyor. Marianne’ın amacı işçi sınıfının yaşamını inandırıcı olmayan, soyut bir yerden anlatan popülist edebiyata karşı olayın iç yüzünde neler yaşandığını anlamak ve onları gerçek biçimde yansıtmak. Bunun için aydın sınıfıyla ve yakın çevresiyle ilişkisini bir süre kesip Fransa’nın kuzeybatısındaki Caen şehrine yerleşiyor ve kimliğini gizleyip iş bulma kurumuna başvuruyor. Başarısız ilk denemelerden sonra yakın dost olacağı Christele ve Marilou ile tanışan Marianne, romanına yön veren feribot temizliği işine giriyor.
Film bu temel aks üzerinde ilerliyor: Ayrı sınıftan insanlar, koşulsuz bir ilişki kurabilir mi? Marianne, işçi sınıfının yaşamına yakından bakıp bu iki kadınla dost oldukça filmin bu noktadaki tavrını da görmeye başlıyoruz. Yüzeyde akan doğal bir gerilim duygusu (Marianne’ın kimliğini ve ne amaçla orada bulunduğunu açık edip etmeyeceği) yüksek kültürü – zenginliği – burjuva değerleri temsil eden yazarın değişip değişmeyeceğini merak ettiriyor. Toplumsal sınıfları oluşturan yapay kabullerin aslında nasıl da boş olduğunu görüyoruz film boyunca. Marianne, insanların doğal biçimde var olduğu, arkadaşlık, aşk, güven gibi kavramların olabildiğince basitçe yaşandığı hor görülen bir dünyanın içine giriyor, ama görüyoruz ki ne olursa olsun yerleşmiş kimlikler değişmeyecek. Yazar asıl görevini yerine getirip kitabını bitirecek. Tabii bu arada ezilenlerin sorunlarını herkesin duymasını sağlamak gibi son derece erdemli bir iş yaptığına inanarak…

BURJUVANIN HALKA BAKIŞI

Film bu noktada aydın-halk arasındaki o bitimsiz mesafeyi de incelikle ele alıyor. Marianne’a da kızamıyoruz aslında. Yetiştiği koşullar, kendini inandırdığı iş aslında kapitalist toplumun oluşturduğu kökü derinlerde bir yapının uzantısı. İşçilerin dünyasına içtenlikle girdiğini, onların sesi olmayı kalpten dilediğini hissediyoruz. Fakat sonunda sınıflar arasındaki ayrım gelip ortaya çıkıyor yine. Finalde ‘kendileriyle feribota temizliğe gelmesini’ isteyen Christele’e Marianne’ın verdiği yanıt her şeyin nasıl da boş olduğunun altını çiziyor: “Bunun anlamsız olduğunu sen de biliyorsun.” diyor Marianne. Film bu cümleyi anlatmak için mi var? Bunun anlamsızlığını görüp susmalı mıyız? Yönetmenin tavrı bu noktada işçi sınıfından yana düşüyor: Bir daha asla görüşmeyeceklerini anlayınca gözyaşı döken Marianne’a karşı film, otobüste Christele’in güveni sarsılsa da dik duran, öfkeli, kırgın yüzüyle kapanıyor.
Film; bu çözülemeyecek bir sorun, daha önce de benzerlerini gördük diye de eleştirilebilir elbette. Bu noktada bir çözüm sunmadığı, sadece sınıf ayrımı denen olgunun kes(k)in acısını bir kez daha ortaya koyduğu söylenebilir. Ama akış boyunca iki sınıftan insanın özellikle duygular bağlamında birbirinden hiç de uzak olmadığını sakince anlattığını unutmayalım. Öyle ki bir yanımızla aslında bu iki insanın aslında çok iyi dost olduklarını duyumsuyoruz. Bu açıdan filmin dar gelirli halktan ziyade burjuva sınıfı için yapıldığını, zengin sınıfın da samimiyetsiz, ikiyüzlü dünyalarını görmeleri için bu filmi mutlaka izlemesi gerektiğini düşünüyorum. Filmin finalindeki anlamsızlığı da buradan yorumlamak gerek. Marianne’ın söylediği anlamsızlık, zengin sınıfı için geçerli. Çünkü onlar elde ettikleri gücü, parayı ve yaşam koşullarını kaybetmeyi asla istemiyorlar. Böyle bir şey başlarına gelirse diye ödleri kopuyor. Ve dünya onlar yüzünden böyle berbat hâlde.
Ayrı Dünyalar hepimizi az çok bu duyguyla yüzleştirecek bir film. Bana kalırsa yılın en iyi filmlerinden biri. Mutlaka izleyin, izlettirin!

DÖRT YAPRAKLI YONCA’NIN BİR YAPRAĞI DÜŞTÜ

Hafta başında sinemamızın yetiştirdiği en değerli oyunculardan birini kaybettik. Değerli demek bile az kalır aslında. Türkiye halkının koşulsuz bağlandığı, her kesimde hayranlık uyandıran, dahası kadın erkek herkesin âşık olduğu dört efsane oyuncudan biriydi o. Herkesin sevgilisi Fatma Girik. Diğer üçü: Türkân Şoray, Hülya Koçyiğit ve Filiz Akın. Onlara dört yapraklı yonca deniyor çünkü bu bitkinin dört yapraklı biçimi gibi çok nadir karşımıza çıkıyorlar. Bulana şans getiren dört yapraklı yonca, sinemamıza da 60’lı ve 70’Li yıllarda müthiş bir enerji veriyor. Yeşilçam’ın adeta belkemiğini oluşturan yıldız sisteminin bizdeki yegâne temsilcileri oluyor bu dört isim.
Aslında sinemamızdan pek çok kadın yıldız geçti, bazı dönemlere damgalarını da vurdular. Bedia Muvahhit, Cahide Sonku, Belgin Doruk geniş kitlelere farklı zamanlarda ulaşan çok değerli isimlerdi. Fakat galiba 60’lı yıllara kadar kimse ve sonradan gelen oyuncuların da hiçbiri Dört Yapraklı Yonca kadar müthiş bir etki uyandırmadı halkın imgeleminde. Bunda belki Yeşilçam’ın 70’lerin sonunda kendi zirvesini bulan yapısı da etkili olmuş olabilir dönem koşulları da ama ne olursa olsun bu dört oyuncunun ayrı bir havası, bambaşka bir etkileme gücü olduğu bir gerçek.

Onlar bizim sinemamızın tanrıçalarıydı. Yeşilçam’ın en üretken yönetmenlerinden Orhan Aksoy’un yardımcı yönetmenlik yapan oğlu Turgay Aksoy’un Fatma Girik için paylaştığı veda notunda geçen şu cümleler bu duyguyu ne güzel açıklıyor: "Seneler önce bir sanatçı dostumuzun Teşvikiye Camii’ndeki cenazesinde Fatma Abla’ya bir itirafta bulunmuştum. ‘Biliyor musun Fatma Abla, ben sana çocukken âşıktım.’ Dedim. Fatma Abla’nın çok hoşuna gidip, çok güzel tebessüm etmişti. O anı hiç unutamam. Yanımda bulunan Şeref Gür: ‘Ona âşık olmayan yoktu.’ demişti.”

Turhan Aksoy’un Fatma Girik aşkı Allahaısmarladık Yavrum (1965) filmiyle başlamış. Kim bilir 50’lerin sonlarından 1990’lara uzanan sinema yolculuğunda Fatma Girik kaç kuşağı, hangi filmlerle etkiledi? Dört yapraklı yonca içinde elbette seyircinin hemen çarpıldığı bariz bir güzellik, farklılık, kendine has görünüş etkili olmuş olabilir ama sinemaseverlerin onları bağrına basmasının temel nedeni kuşkusuz bu değildi. Yeşilçam’ın bu toplumun yaralarına iyi gelen öyküleri, muhtemelen en iyi temsilini bu dört kadının filmlerinde bulmuş olmalı. Alaylı olsalar da oyunculuk nâmına çok özel, içten, saf bir yol tutturmuşlar ve oldukça farklı roller canlandırarak yeteneklerini kanıtlamışlardı. Fatma Girik’i örneğin, daha önce Aliye Rona’da devcesine izlediğimiz Irazca rolünde unutmak ne mümkün? Kuşkusuz Yılanların Öcü’nün (1985) ikinci çevriminin en büyük şansı Girik’in derinlikli oyunuydu. Metin Erksan’ın yönettiği Kadın Hamlet İntikam Meleği’ndeki (1977) yorumu da Yeşilçam koşullarında az bilinen ama ıskalanmaması gereken bir performanstı.

Fatma Girik, onlarca filmle bu toplumun kültürel belleğinde derin iz bırakan birkaç yıldızdan biri. Kuma (1974), Ekmekçi Kadın (1972), Ezo Gelin (1968), Boş Beşik (1969) gibi köy melodramları kadar Kanlı Nigar (1981), Postacı (1984), Japon İşi (1987) gibi komedi filmlerindeki başarısıyla da bu halkın gönlünde yer buldu. Kuşkusuz sinemamız artık hiçbir zaman eskisi gibi olmayacak. Yeşilçam ruhunun sindiği, olumsuzluklarla birlikte olsa da bir dönemin tüm güzelliklerini içinde barındıran o sinemanın güzellikleri artık yalnızca bir avuç filmde ve o filmlere hayat vermiş efsane yıldızların bıraktığı imgelerde yaşayacak.