Sinema aslında en kişisel öykülerimizi barından büyülü bir araç. İyi bir filmi izlerken çoğunlukla kendi yaşamımızdan izdüşümleri yakalıyor, filmdeki karakterlerle bağ kuruyoruz. Hele film bir de yönetmenin yaşamından kesitler, izler üzerine kurulduysa bu hissiyatımız daha da belirginleşiyor. Bu tür filmlerin, çok daha farklı bir albenisi var. Belki içerdiği o incelikli hüzünden, çocukluk coşkusuyla karışık, o artık yitirilmiş zamanın getirdiği nostaljiden, belki de hepimizin dünya öyküsünün az çok birbirine benzediğini anlamamızdan kaynaklanan bir çekim bu. Çok sevdiğimiz bir sanatçının yaşamına dair epey derinlerdeki gizlere erişmenin de mutluluğu var şüphesiz.


SAYFANIN TAMAMINI GÖRÜNTÜLEMEK İÇİN TIKLAYIN


AH O ÇOCUKLUK, GENÇLİK!

Çocukluk döneminden kalma öykülere odaklanan, son derece kişisel filmler yapan pek çok yönetmen gelip geçti yaşamımızdan: Fellini’nin Amarcord’u (1974), Tarkovski’nin Kurban’ı (1986), Alfonso Cuaron’un Roma’sı (2017), Guiseppe Tornatore’nin o unutulmaz Cennet Sineması (1988) adlı başyapıtı… Listeyi uzatmak mümkün. Şimdi karşımızda Paolo Sorrentino’nun son filmi Tanrının Eli var. O da ustaların, özellikle de İtalyan sinemasının devi Fellini’nin izinden giderek bizi Napoli’de geçen ilk gençliğine götürüyor. Ama şunu hemen söylemek gerek: Sorrentino hayranları bile belki filmi biraz yavaş ve yönetmenin alışıldık temposu dışında bulabilir. Fakat bu sizi yanıltmasın. Tanrının Eli, ufak ufak açılan, büyüyen ve kalpte bıraktığı tomurcuğun öykü bittikten sonra bile filizlenmeye devam ettiği o eşsiz filmlerden biri. Bu yüzden film sonlanıp da kendi dünyanıza çekilince filmin etkisi ruhunuzda kımıldamaya devam ediyor. Açıkçası ben izledikten sonra ara ara filmi düşünürken yakaladım kendimi. O yüzden başlarda sıkılsanız bile filmi yarıda bırakmamanızı öneririm. Çünkü hem içerdiği sürprizler, zengin karakterlerin kattığı hoşluklar hem de finale doğru giderek belirginleşen öyküsüyle aslında kalbinizi çalacak, sizi içine adım adım çekecek bir öykü bu.

Her şeyden önce bir gençlik filmi bu. Daha doğrusu bir gencin kendini bulmasının, yaşam amacının farkına varmasının filmi. Fakat filmde Fabrietto’nun başına gelenleri gördüğümüzde bunun hiç de kolay olmadığını görüyoruz. Çünkü büyüme ve olgunlaşma, yaşanan bir aile trajedisinin ardından gerçekleşiyor. Burada hemen belirteyim film, Sorrentino’nun gençliğine ve tüm yaşamına damgasını vuran bir olaya dayanıyor. Filmle ilgili yazılar okuduysanız karşılaşmışsınızdır mutlaka ama ben yine de izlemeyenler için burada tekrarlamayayım. Fakat filme adını veren “Tanrının eli” sözünün Maradona üzerinden bu olayla bağ kurması ve karakterin zihninden süzülüp gelenlerle birleşmesi öykünün özüne yerleşen, bizi de derinden yakalayan bir büyük duygu yaratıyor. Sanırım filmin en değerli yönü burası, ama daha değerli olanı Sorrentino’nun bu duyguyu bir tür ajitasyon gibi kullanmaması. İncelikli ve gündelik hayatta nasıl karşımıza çıkarsa öyle bir duyarlığın içinden süzülüyor anlatı. Aksi olsaydı yüzeysel bir Hollywood filminden öteye gitmezdi. Çünkü biliyorsunuz büyüme hikâyelerine aşinayız. Bunun binlerce örneğini izledik bugüne kadar. Çoğu da öylesine çekilmiş ticari filmlerdi.

BİR SİNEMA MİRASINA BAKMAK

Köklerini Fellini’den ve filmde de geçtiği gibi İtalyan sinemasının dünyaca pek bilinmese de büyük ustalarından biri olan Antonio Capuano’dan alan Sorrentino, her şeyden önce bir gencin, yaşamdan süzüp getirdikleriyle saf bir sinema aşkına tutuluşunu yansıtıyor. Ama bunu yaparken özellikle başlarda, mevzubahis olay yaşanmadan önce, bizi çok renkli karakterlerle ve 70’lerin Napolisiyle tanıştırıyor. Anlatının kuruluşu Maradona’nın Napoli’ye transfer haberi, dünya kupası ve o yaz Fabrietto’nun geniş ailesi içinde yaşanan olaylarla şekilleniyor. Bu noktada teyzesi Patricia’ya beslediği erotik tutku, ilk cinselliğini babasının söylediği gibi çok deneyimli ve yaşlı bir kadınla yaşaması, yaşıtlarının kurduğu yüzeysel dünyada pek tutunamayan karakterimizi sonunda bir karar verip hayallerinin peşinden koşmaya götürüyor. Özellikle bu kısımlarda Fabrietto’nun hayranlık beslediği genç bir kadın oyuncu vasıtasıyla ve Napoli’de çekilen bir filmin muhteşem setine denk geldikten sonra Antonio Capuano’yla tanışması ve yönetmen olmaya karar vermesi, burada geçen diyaloglar, sinema düşleri kuran herkesi etkileyebilecek çok değerli sahneler yaratıyor.

TUTKUNUZU ANIMSAMAK İÇİN

Tanrı’nın Eli belki çok büyük bir film değil. Hele de selefleri söz konusu olunca sinema adına yeni bir şey de söylemiyor olabilir. Ama kendine has tarzıyla çok değerli bir sinemacı olan Sorrentino’nun tamamen ona ait bir duygu yoğunluğu ve bakış açısıyla insan ruhuna inen o derinlikli filmleri arasına yerleşiveriyor. Üstelik çok kişisel öyküsüyle belki de yönetmenin en içten, en dokunaklı filmi bu. Yaşanmış hikâyelerin seyirciyi çok daha derinden etkilediği bir gerçek. Yönetmenin yüreğindeki sırları, belki de anlatmaktan çekindiği ve söze dökemediği o incelikli duyguları her sahnesinde büyük bir sorumlulukla taşıyan böylesi filmlere daha derinden bağlanırız. Tanrı’nın Eli de başlarda dağınık görünen, gevşek dokusuyla yavaş yavaş ruhumuza işliyor ve özellikle de kişinin tutkusunu bulma, ona ulaşma yolunda yaşadıklarına ilişkin yer yer şiirsel bir boyuta ulaşıyor. 

Bu arada Netflix’i pek çok açıdan eleştiriyor ve uyguladıkları seyir politikasını ticari ve kaba buluyorum ama zaman zaman böylesine özel filmleri destekledikleri için de kendilerine teşekkür etmek gerek.  Zira Sorrentino gibi has bir yönetmenin en özel duygularına ve tutkusuna bu kadar yakından bakmamız pek de kolay olmayacaktı. Dilerim ürettikleri eğlence fabrikası yerini giderek böylesine incelikli bir bağımsız sinema ruhuna bırakır.

Bu filmi tutkularınızı hatırlamak ya da onları henüz bulamadıysanız ilham almak için mutlaka izleyin. Bittikten sonra yaşayacağınız duygu yoğunluğuna da kendinizi bırakın gitsin. Çünkü işte o büyülü, güzel, karşı konulmaz sinema böyle bir şey…


ALTIN KÜRE KAZANANLARI BELLİ OLDU

79. Altın Küre ödülleri bu pazartesi sahiplerini buldu. Salgın koşullarının hortla(tıl)ması yüzünden tarihin en sıkıcı törenlerinden biri gerçekleşti. Seyircilerin, ünlülerin, medyanın katılmadığı törende herhalde bu vesileyle iyi olan tek şey kırmızı halı seremonisi denen gösterişin yapılmamış olmasıydı. Oh olsun!


Filmlere gelince elbette yine hak ettiği hâlde ödül namına adı geçmeyen isimler de oldu. Fakat genel olarak tutarlı bir ödüllendirme yapıldığını söylemek mümkün. Bildiğiniz gibi sinema dünyasının hemfikir olduğu konulardan biri Altın Küre’nin Akademi Ödülleri olarak bilinen Oscar’ın habercisi olduğu yönünde. Oscar ödülleri için henüz ana adaylar belirlenmedi, bunun için 8 Şubat’ı beklememiz gerekecek. Fakat Altın Küre’den yola çıkarak ve Akademi ödülleri konusunda uzman tahmincilerin yorumlarından az çok hangi filmlerin yarışta olacağını öngörmek zor değil.

1993’te Piyano ile müthiş bir çıkış yapan Jane Campion’un damgasını vurduğu bir yıl oldu. The Power of the Dog dram dalında en iyi film dahil üç ödül kazandı. Bunlardan biri de Campion’un en iyi yönetmen seçilmesi. Oscar yarışında da aday gösterileceği kesin ve tam da toplumsal cinsiyet meselelerinin gündemde olduğu bu zamanda bir kadın yönetmen üçüncü kez en iyi yönetmen ödülünü alırsa bu çok doğru bir karar olacak. (İlki 2008’de Hurt Locker’la Kathryn Bigelow, ikincisi de geçen yıl Nomadland ile Chloe Zhao.)

En iyi erkek oyuncu ödülünü King Richard’daki performansı ile Will Smith’in kazanması ise ilginç oldu aslında. Filmde kızları Serena ve Venus Williams’ın başarılı olması için canını dişine takan babayı canlandırıyor. Bir kadın öyküsünde arka plandaki eril güce fazla odaklandığını düşünüyorum bu filmin. Ayrıca bu dalda Benedict Cumberbatch ve elbette The Tragedy of Machbeth’le Denzel Washington gibi çok güçlü rakipler vardı. En iyi kadın oyuncu ödülü ise Being the Ricardos ile Nicole Kidman’ın oldu. Fakat Karanlık Kız’da (The Lost Daughter) Olivia Colman ve Spencer’da Kristen Stewart da ödülü hak ediyorlardı.

Müzikal veya komedi dalında en iyi film Steven Spielberg’in nostaljik projesi Batı Yakasının Hikâyesi (West Side Story) seçildi. Aslında bu alanda Tick, Tick… Boom’un daha etkili ya da özgün olduğu düşünülebilir. Bu filmin hakkını da Andrew Garfield’a en iyi erkek oyuncu ödülü ile teslim etmeye çalıştılar. Yabancı dilde en iyi film ödülünde aslında Kahraman’ın kazanacağını düşünüyordum. Ama Haruki Murakami’nin bir öyküsünden uyarlanan ve çok beğenilen Drive My Car da tatmin edici bir sonuç. Yine de Oscarlarda durum farklı olacaktır diye düşünüyorum. Her ne kadar bir Güney Kore rüzgârı kesintisiz esse de bu yıl uluslararası film kategorisinde işler biraz değişebilir. Bu arada Kenneth Branagh’ın çok konuşulan, bir kesimin çok sevdiği bir kesimin hiç beğenmediği Belfast’ı en iyi senaryo ile yetindi. Ben de şahsen bu alanda daha değerli adaylar olduğunu düşünüyorum.
Dram dalında en iyi televizyon dizisi ise ciddi bir hayran kitlesi olan Succession’a verildi. Dizinin özellikle çok başarılı bir senaryo çalışması var. Son dönemde artık tümüyle karbon kopya üretime dönen diziler arasında ışıl ışıl parlayan bir özgünlüğe sahip. Bu anlamda tümüyle hak edilmiş bir ödüldü bu. Ayrıca Jeremy Strong buradaki rolüyle en iyi erkek oyuncu ödülünü kazandı. Mini Dizi ya da televizyon filmi dalında Squid Game’deki rolüyle en iyi yardımcı erkek oyuncu ödülü kazanan O Yeong-Su da sevindiğim ve Güney Kore etkisini kanıtlayan seçimlerden biriydi benim için.
Sonuçların genel olarak tatmin edici olduğunu söyleyebilirim. Bakalım şimdi Altın Küre’den hangi filmlerde Oscar’da da heykelciğe ulaşacak?