RÖPORTAJ: GÖNÜL SOYOĞUL

On yıl önce, İzmir üzerine iş dünyasıyla yaptığım bir röportajla tanışmış, radarıma o vesileyle girmişti. O tarihte ESİAD’ın başkanlığını 7 ay önce Bülent Akgerman’a devretmiş bir Sıtkı Şükürer vardı karşımda. İzmir için genellikle karamsar konuşanlara karşın, o değildi. Konuşanlara da ‘işkembeyi kübradan sallıyorlar. Rakam gösterin bana’ diye sesleniyordu. ‘İzmir’in geri kaldığı’ söylemlerine ‘bir şehir efsanesi’ olarak bakarken, cümleleri kâh vurucu, kâh şaşırtıcı, kâh kızdıran, acıtan, düşündürten ama en çok da kışkırtan yorumlardı. Röportajı okuyanlarda da benzer duygular yarattı zaten. Kızdırdı, sinirlendirdi, şaşırttı, alkışlandı; tanımayanlara da ‘bu kim’ dedirtti.

10 yılda hem iş dünyasındaki, hem de Büyükşehir Belediyesi’ndeki ağırlığı hissedilir ölçüde artınca, ‘Sıtkı Şükürer kimdir’ sorusunu bu kez kendisine yönelttim.

Ege Sanayici ve İş İnsanları Derneği (ESİAD) ve Batı Anadolu Sanayici ve İş İnsanları Derneği’nde (BASİFED) Yönetim Kurulu Başkanlığı yapan, halen Ege Ekonomisini Geliştirme Vakfında Başkan Yardımcılığı görevini sürdüren, 2 buçuk senedir İzmir Ekonomik Kalkınma ve Koordinasyon Kurulu Başkanlığını yürüten ve ESİAD Yüksek İstişare Konseyindeki başkanlık görevine devam eden Şükürer, haftada bir gün de Hürriyet Ege’de yazıyor. Ve özellikle İzmir konulu yazılarında çoğu kez sinir uçlarına basıyor, zıplatıyor. Zaman zaman beni de!

Hem özelden hem sosyal medyadan sert atışmalarımıza rağmen, hadsizlik sınırını aşmadığımız için, hala sohbet edebildiğimiz İzmir iş dünyasının bu farklı kimliğine yakından bakmak, ‘karar vericiler’ arasında olduğu için, kentle ilgili bazı kararların ‘arka planını’ anlamak, bir portre çizmek istedim.

Burnundan kıl aldırmayan, yaptıkları ya da düşündükleriyle ilgili cesaretli açıklamalar yapmaktan kaçınan, kendini kendine saklayan nice ‘özel’ şahsiyet tanıdığım bu meslekte, ‘bu soruları sorabileceğim kaç kişi, kaç siyasetçi, kaç iş insanı var İzmir’de’ diye diye yayına hazırladığım bu üç bölümlük söyleşi umarım ilginizi çeker, sabrınıza değer…

Pek çok sivil toplum kuruluşunda uzun süredir varsınız. Ama ‘kimdir’ diye sorduğumda, karşıma klasik bir özet çıkıyor. O yüzden size soruyorum, Sıtkı Şükürer kimdir?

İnsanın kişiliğini teşekkül ettiren süreçler, kendisinin farkına vardığı dönemlerden sonra ilk gençlik dönemleri. Meseleye böyle bakıp ilk ve ortaokulu süratle atladığımızda, liseye bağlı olarak üniversite süreci, yaşanan yerler, bulunulan ortamlar büyük ölçüde kişiliğini, ilgi alanlarını, daha sonrasına yönelik hayata yaklaşımlarını büyük ölçüde belirliyor. Böyle baktığımız vakit ben her ne kadar İzmir doğumlu olsam da bir Ankaralıyım.

Ortaokul, lise üniversite, üniversiteden sonra da birkaç yılım Ankara'da geçti. Babamın görevi nedeniyle. Babam subaydı. Ankara'nın ortamı biraz farklıdır. İzmir bir Akdeniz kıyı kentidir. Akdeniz kıyı kenti içerisinde doğrudan doğruya hayatı, tabiatın size verdikleriyle, iklimin size sağlığı imkanlarla yetinerek anı yaşarsınız. Halbuki Ankara öyle değildir, bir kara ülkesidir. Dolayısıyla Ankara'da yaşayan insanların Türkiye ve dünya sorunsallarına yönelik ilgi alanları çok daha derindir. Bunun sebebi dediğim gibi biraz iklimin, ortamın getirdiği yapı … Daha kapalı ortamlar içerisinde arkadaş ortamlarıyla zamanınızı değerlendirirsiniz. Ve süreç bu şekilde işlemeye başladığı vakit hayatı yüzeyden algılayan değil, derinden kavramaya çalışan bir yaşam anlayışı oluşmaya başlar. O süreç içerisinde özellikle liseden itibaren birlikte olduğum insanların hemen hepsi herkese hitap edecek seviyede bir entelektüel olmaya kendini mecbur hissederlerdi. Konuştuğumuz konular ülke ve dünya siyaseti, hümanizma vs. Dolayısıyla bunlarla yoğrula yoğurula bir kişilik biçimlemesi meydana geliyor.

Üniversiteyi bitirdikten iki üç yıl sonra meslek gereği İstanbul'a gittiğimde o Ankara'daki alıştığım ortamı, arkadaşlarımız da oraya sürüklendiği için açıkça çok hissetmemiştim. Birkaç yıl İstanbul'da kaldıktan sonra doğduğum İzmir'e geldiğimde bir de baktım ki ilişkide bulunduğum çocukluk arkadaşlarım, yeni tanıştığım insanlar vs. o benim bildiğim ilişki retoriğine hiçbir şekilde sahip değiller. Burada konular çok daha değişik; çok daha kötü, çok daha eksik anlamında asla söylemiyorum ama çok daha değişik. Dediğim gibi o sözünü ettiğim o sorunsallarla son derece kendisini mesafelendirmiş, hayatı başka yönlerden algılayan, yaşayan insanlar.

Ne zaman döndünüz İzmir’e?

1985’te. O dönemlere yönelik bu şekilde ortalama İzmirliden farklı bir bagajla bu tip sosyal ilişkilere muhatap olunca, bu kendi içerisinde bir farklılık yarattı sanırım.

Şehirlerin sizi nasıl yönlendirdiğinden bahsettiniz, ya aile?

Bir subay ailesi. Subay ailesi olunca cumhuriyetin istediği anlamda, onun değerlerine göre biçimlenmiş bir aile yapısı. Net şekilde çok laik. Hatta sosyal yaşamı oluşturan denklem içerisinde tırnak içinde söylüyorum; dinin neredeyse sıfıra yakın bir ağırlığı var. Bizim ailede hiçbir zaman oruç tutulmadı, kurban kesilmedi. Bayram namazına gidilmedi vs… Ha sorduğunuz vakit tabii ki annem de babam da Müslümandı.

Bir geniş aile modelinde babaannem vefat edinceye kadar, 9-10 yaşlarına kadar birlikte yaşadık. O süreç içerisinde babaannem sayesinde ben birkaç duayı bilir haldeydim. Zaten lisede sosyalizm ve komünizm gibi fikirler bizi bir anda aldı götürdü. Yani bizim için bir anlamda anlasak da anlamasak da daha cazip geldiği için, bir din gibi belki algılanabilir, kısa yoldan hemen ateist olduk. Ben kendimi bilinçli şekilde bildim bileli, bunu da hiç saklamamışımdır ateistimdir zaten.

Ailede paraya bakış nasıldı?

Ortalama Türk ailesi. Olağanüstü dikkatli harcanan bir bütçe var. Ankara'da ortaokul yıllarında, bizim evimiz Küçük Esat'taydı. Ben Ankara Atatürk Lisesi'nde okudum. Oturduğumuz evle lise arasında beş kilometre yol vardı. Otobüse, dolmuşa binmek, o maliyete katlanmak, aklımızın köşesine bile gelmezdi. Kış vakti, buz gibi havada yürüdük. O dönemde parkalar yeni çıkmıştı. Parkamız vardı. Taze ciğerler sigarayı da keşfetmiş (gülüyor), elimiz cebimizde sigara ağzımızda, sigara bitinceye kadar uç uca ekleye ekleye okula gider, aynı şekilde dönerdik. Okul o dönemlerde öğleden sonra da vardı. Dolayısıyla öğle yemeğini de o civarda geçirmek durumundaydık. Bir pideci kebapçı vardı Ankara'da meşhur, hala vardır. Benim için zenginliğin kriteri şuydu. Derdim ‘ya bir gün acaba ben bir buçuk kıymalı yumurtalı yiyebilecek miyim?’ Çünkü benim için zenginliğin ölçüsü. O zaman genciz, aç kurt gibi yiyoruz. Ancak o bir kıymalıyı söyleyebilirdin. Ondan sonra onu da ağzımda tutardım ki bir an önce bitmesin. Bir buçuk kıymalı büyük mutluluk, erişemezdik. Dolayısıyla, böyle bir gelir ortamı.

Ağzında gümüş kaşıkla doğanlardan değilsiniz ama yoksul da değilsiniz. Tam anlamıyla küçük burjuvaydınız yani.

Evet. Dolayısıyla ondan sonra artık üniversite yıllarına doğru harçlığımızı nasıl çıkartabiliriz diye planlamaya başladık. Ortaokulda, lisede başarılı bir öğrenciydim. Okulun birincisi olurdum. Üniversitede Türk Eğitim Vakfı'ndan burs aldım. O bana büyük ölçüde aileye yük olmadan sistemi götürebilme imkânı sağladı.

Ailenizle mi oturdunuz?

Tabii tabii. Ankara'da talebe hayatında kahvehanelerin çok büyük bir önemi var. Herkesin bir kahvesi vardı, orada konuşulur, boş vakit orada değerlendirilir. O Ankara kahvelerinde, bizden yaş olarak büyük, varlıklı insanlar arka tarafta oynarlar, kahvehane esası itibariyle oradan para kazanır. Ön tarafta bizim gibi kuru kalabalık, günde iki üç çayla o kahvehanenin metruk görüntüden çıkıp canlı olmasını temin eder. Kahve işletenler yönünden stratejik önemdeydik. Yani dekoru tamamlama anlamında. Kahvehanelerde doğruya parayla kumar oynanması yasaktı. Onlar kumar oynarlardı ama kâğıt üzerinde. Bir tabela üzerinden takip edilmesi lazım. E onu da kim takip edecek? Bizim gibi genç delikanlılar. Dolayısıyla ben en fazla parayı ve ekonomik özgürlüğü, poker oynayanların tabelalarını tutmak suretiyle kazanırdım. Bu iş o kadar güzel hale gelmişti ki geceleri böyle kapalı mekanlarda, kahvehane ortamından uzak şehir kumarhanelerinde hep o servisi verir hale gelmiştim. Ve derken tabii kâğıt kültürünü de ediniyorsunuz. Bilinçli, parayla oynamasını. Benim pokerciliğim çok ciddi bir pokercilikti. Daha sonra İzmir'e geldiğim süreçlerde, o zaman hesap uzmanıyım. Maaşıma bile bakmazdım. Bulunduğumuz her ortamda arkadaşlarla poker oynardık. Arkadaşların mütevazı bütçeleri günün sonunda hep benim cebime girerdi ve ben aylarca pokerden geçindim. Dolayısıyla pokerciliğim çok tehlikelidir yani. (gülüyor)

Hala oynuyor musunuz?

Şu anda ortamı bulamıyoruz. Evli olunca şartlar değişiyor. Neticede ilişki içerisindeki bir denge var. O denge Türkiye'de ve bizim yakın çevremiz için de geçerlidir. Her on yıl geçtikçe erkeğin aleyhine, kadının lehine işlemeye başlar. Hele ellisinden, altmışından sonra kuralları koyan, kimlerle konuşacağına karar veren, kimlerle nereye gidileceğine gidilmeyeceğini karar veren hanım oluyor. An itibariyle sosyal hayatımda tek ve tartışılmaz bir patron var. O da eşim.

Böylece poker hayatınızı kimin bitirdiğini anlamış olduk. Üniversite yıllarınızda, o dönemler üniversitelerin siyasal anlamda çok hareketli olduğu dönemlerden bahsediyorsunuz. Niye Mülkiye'yi seçtiniz?

O dönemlerde biraz daha bilinçli seçim yapılabiliyordu. Başarılı talebelik hayatım lise ikiye kadardır benim. Ondan sonra ergenlikle birlikte haytalık dönemi. Dersleri, okulu asma dönemleri. Tabii bu, üniversite tercihime yansıdı. O zaman üniversiteler sınırlı sayıda malum. Otuz tane de tercih yapılıyor süreç içerisinde. Televizyon hayatımıza yeni girmiş ve Allah kahretsin hep doktorlar dizisi, hepimizin pembe hayali doktor olmak. Dolayısıyla 30 tercihin en başında tıp. Diyarbakır tıbba varıncaya kadar, ki en düşük oydu. İlk on beş yirmi tercih tıp. Bendeki sınav performansı lise ikiye kadar, lise üç rezalet olmuş. O zamanlar ağırlıklı genel yetenek sorulurdu. Sınava girdiğimizde tüm böyle geçmiş parlak günlerimizi hatırlayarak bir konsantrasyonla bir şeyleri işaretledik. Fena bir puan değildi. Ama ben çok net hatırlıyorum. Bir üst puanda elektrik mühendisliği vardı. Bir alt puanda makine mühendisliği var. Dolayısıyla bir soru eksik veya fazla yapsam, hayat bambaşka bir mecrada akıp gidecekti.

Pişman oldunuz mu?

Belli bir zekâ kapasitesinde olan insanlara hayat, inşaat mühendisi olduğu takdirde dört beş kere mutlaka bir fırsat çıkartır. Paranızın olup olmaması mühim değil. O fırsatlardan herhangi bir tanesini doğru değerlendirip, o süreçlerde yani yetmişli yılların sonundan itibaren hayata işte makine, inşaat mühendisi olarak dahil olduğunuzda ve içinizde de bir müteşebbis kumaşı kurutmadıysanız yani devlet memuru dışında bir şeyler yapma arzusundaysanız ekonomik olarak çok rahat dolar milyoneri olurdum herhalde. Mülkiye ise farklı bir hadise. Mülkiye bizi değişik bir şekilde yönlendirdi. Bizi o süre içerisinde kamu sevgisi ki çok önemsiyorum, kamu sevgisi denilen yani bugün tam tarifini yapamayacağım bir duyguyu içimize soktu, aşıladı. Hele onun çok daha katmerli versiyonu olan Maliye Bakanlığı Hesap Uzmanları Kurulu, tamamen o esasa yöneliktir. Dolayısıyla biz hep hala Kılıçdaroğlu da meslektaşım biliyorsunuz; bir sloganı, saçı bitmedik yetimin hakkı falan gibi o teranelere çok ciddi bir şekilde inanarak yürüdük geldik.

Terane deyine, şimdi buradan ‘artık pek de inanmıyorum’ gibi bir anlam mı çıkaralım?

Onu anlatacağım. Bu bir lehimdi. İzmir'deki yaşantımda da hep zaten o esas üzerinden, hep o sistem gitti. Yani kamu sevgisi, paraya aşırı tahrik olmamak, bir duruş sergilemek. Ama o duruşu o şekilde sergilediğiniz vakit esasında o kendi içerisinde bir ticari tutum içerir. Yani düzgün olmanın bu memlekette her şeye rağmen bir rahatlığı vardır. Eğer meslek de ona uyumluysa. Benim yaptığım meslek, yeminli mali müşavirlik mesleği de esas itibariyle düzgün olmaktan, aşırı materyal refaha tahrik olmama duruşunu korumaktan o kamu sevgisi sayesinde, tüm müşteri ilişkilerimde, onlarla olan ilişkilerimde kalıcılığı temin etmiştir. Güvenilirlik, netice itibariyle meslek olarak beni çok iyi bir pozisyona getirdi.

Şu an durumlar nasıl?

İzmir'in en büyük müşavir gruplarından birisiyiz. Büyük organizasyonunuz var. Hep birlikte arkadaşlarımla bu paraları kazanıyoruz diyelim. Ben şirketin yönetim kurulu başkanıyım.

Bundan daha ziyade ben Ankaralılık meselesine gelmek istiyorum. Benim hayatımda öyle bir yer işgal ediyor ki. Mesela yıllar sonra TARKEM'i kurduk. TARKEM Kemeraltı sevgisine sahip insanların bir araya geldiği yani ticari boyutu çok daha gerilerde olan bir organizasyon. TARKEM'deki diğer ortaklara veya birlikte yola çıktığım insanlara bakıyorum. Kemeraltı deyince hepsinin gözleri sulanıyor, çocuklukları orada geçmiş. Benim Kemeraltı'na yönelik böyle bir alanım, duygusallığım yok. Onlar her sokağı karış karış biliyorlar. Bana Ankara'da Hergele Meydanı'nı sor veya Tunalı’yı söyle. Benim çocukluğum o, ben oyum netice itibariyle. Dolayısıyla bir yönü itibariyle İzmirliyim, İzmir'in bu nevi programlarına dahil oluyorum, ediliyorum ama Ankara geçmişim hala benim bütünlüğüm içerisinde önemli bir nokta.

Provokasyon çok iyi bir şeydir!

İş yaşamına Maliye Bakanlığı Hesap Uzmanlığı Kurulu’nda adım atmışsınız. Niye Ankara'da ya da İstanbul'da kalmadınız? Ya da neden önemsediğiniz kamuda devamı seçmediniz?

Biz üç kuşak Karşıyakalıyız. Ben Müsavat Sokağı'nda doğdum. Karşıyaka'nın nüfusunun iki yüz, üç yüz binlerde olduğu dönemlerde, 1958. İlginci annem de Müsavat Sokağı'nda doğmuş. İzmirliyiz, Karşıyakalıyız. Neticede İzmir, bambaşka rüya gibi bir kent. Hepimizin aklında Ankara'da dostluklar, arkadaşlıklar var ama orada deniz yok, iklim vs yok. Ben yazları fırsat bulunca koştura koştura İzmir'e geldim. Çünkü bütün sülalem burada. İzmir'e dönmek benim kaderimdi zaten. Neticede Ankara bir bozkır, yani bozkırda da ömrünüzü tüketmek istemezsiniz. Dolayısıyla yaşamın kalan kısmını nerede kuracağım dediğimde, önce İstanbul'u denedim. İstanbul'da devlet memuru koşullarıyla kalabilmek hakikaten çok güçtü, çok zorlandım.

Evli miydiniz o zaman?

Bekardım. Bol bol sözlenip nişanlanıyordum. Öyleydi yani hayat. Oralarda hayatı sürdürmek çok yorucu. İzmir'e gelmek daha mantıklı oldu. Eşimle burada tanıştık. Geldikten altı yedi yıl sonra 1990’da. Evlilik öyle çok erken değil. Yani kimin uygun olup kimin uygun olmayacağı konusunda tecrübe sahibi oluyor insan o süreçte. Zaten eşimle tanıştık, ikinci görüşmede benim açımdan mesele bitmişti. Ondan sonra prosedürün tamamlanmasını bekledim. Pokercilik o zaman had safhada bende. Pokerde çok erken risk alarak rest atarsınız bazen. Ondan sonra ve sonrasına yönelik ne olacağına dair bir tedirginlik duymazsınız. O riski alırsınız ve kendinizi iyi olacağına kanaat ettiğiniz bir kadere ihale edersiniz. Bir anlamda o kararı, o tecrübe size aldırmıştır. Dolayısıyla eşimle karşılaşınca hemen erkenden rest attım.

Pokerden anlamam ama rest çekmenize değmiş galiba anlatışınıza bakınca…

Eşim Çerkez, Çerkez kültürü malum. Çerkez'den erkek alma, kız al derler. Yüzyıllardan süzülmüş gelen kültür, eşe yönelik olarak verici, çok kıymet veren bir kültür yapıları var. Yani rest atmama değdi.

Ne güzel. İş hayatınız nasıl başladı İzmir’de?

Buraya yine devlet memuru olarak geldim. Çimentaş, İzmir'in en büyük gruplarından biri, 1988’te oraya mali yönetici olarak geçtim. Aradan iki üç yıl geçti; yeminli mali müşavirlik yasası çıktı. Artık her büyük şirketin veya grubun mutlaka bir yeminli mali müşavirle çalışması mecburiyeti geldi. Dolayısıyla patronajla konuştuk, onların bordrosundan ayrıldım. O sırada Saim Bey de defterdar yardımcısıydı. O da eski hesap uzmanıdır. Onunla birlikte yeminli mali müşavirlik bürosunu açtık. Ve yeminli mali müşavir kanunu kapsamında iktidar olduğumuz için biz kısa zamanda İzmir'deki iskambil destesinin as papazlarını topladık.

Kimdi ilk müşteriniz, hatırlıyor musunuz?

İlk Çimentaş oldu. Ondan sonra Yahudi cemaati bize çok itibar etti. Yine ilk müşterilerimizden rahmetli Ataman Bükey, Cem Bakioğlu derken… Halihazırda pek çoğuyla da ilişkimiz devam ediyor. Yani bu iş düzgün yapıldığı takdirde Katolik nikah gibi bir şeydir zaten. Böyle devam eder.

Bir röportajda kendinize ‘sivil toplum esnafı’ diyorsunuz. Nasıl başladı bu esnaflık?

Çok basit. Biraz önce bahsettiğim o Ankara'daki o kültürel ortam, o kapasiteye, o ilgiye, o heyecana ve o birikime de sahip insan sayısı Akdeniz kültürü içerisinde fazla üremediği için, ben İzmirlilere iyi geldim. İzmir de bana bu yönü itibariyle bir boşluk olduğu için iyi geldi. Bir de dediğim gibi kamu sevgisi denen olgu sivil toplumculukla, onun sosyal yönüyle birebir örtüştüğü için. Yani bir şekilde girdiğiniz ortam içerisinde bilginizle, birikiminizle, analiz yeteneği ve değerlendirmenizle belli bir ağırlık kazanıyorsunuz. Dolayısıyla ağır ağır ortamın etkileyicisi, zaman içerisinde belirleyicisi vesairesi oluyorsunuz ve bağlı olarak da o ortam içerisinde işte başkan vs. oluyorsunuz. Bu da böyle bir şey.

Şu an İzmir Ekonomik Kalkınma Koordinasyon Başkanısınız bir de.

Ben ağırlıklı olarak gönüllülük esasında çalışan bağımsız sivil toplum örgütlerine yöneldim. Sanayi Odasıymış, Ticaret Odası'ymış, bizim meslek örgütümüz yeminli mali müşavirlerle hiçbir zaman en ufak bir alakam olmadı. Seçimlerine bile gitmedim. Hep gönüllülük esasında çalışan kurumlara baktım. Bir de çok sayıda vakfın yönetim kurulundayım, mütevelli heyetindeyim. Ayrıca iş dünyasının içinde olduğum için de iş dünyasının bana göre en önemli birkaç derneğinden bir tanesi, belki de birincisi olan ESİAD'a girdim o süreç içerisinde. Birkaç dönem sahada yönetim kurulu üyeliği yaptıktan sonra malum işte istişare kurulu başkanlığını yürütüyoruz. İki sene sonra bitecek. Bir de sözünü ettiğiniz İzmir Ekonomik Kalkınma Koordinasyon Kurulu var.

Evet, kurulun içinden seçilme değil de atanma yoluyla olmuştu başkanlığınız…

O Tunç başkanla başlayan bir süreç. Onun da babası subaydır. Öncesinde bir tanışıklık var. Orta bir ve ilkokul yani 60'lı yılların sonunda subayların Güzelyalı'da lojmanları vardı. Babası rahmetli, o da hakimdi. Nurettin amca. Babamla aynı dönemde. Biz de lojmandaydık, Sayın Soyer de oradaydı. O 59 doğumlu, ben 58. Aynı jenerasyonuz. Dolayısıyla oradan tanışıklığımız vardı.

Sizi seçmesinin sebebi çocukluk arkadaşı olmanız mıydı yani?

Belediye esası itibariyle İzmir ölçeğinden bakarsak İzmir'in en büyük aynı zamanda dev bir ticari, sanayi organizasyonu. Onlarca şirketiyle, Eshot'uyla, İZSU'yla… Böyle bir yapı içerisinde tabii ki çok kıymetli bürokratlar var. Ama netice itibariyle her zaman bu konularda zaten İzmir iş dünyası içerisinde pişmiş, yedi baharın otunu yemiş (ben kendime öyle derim) bir adamın böyle bir belediye organizasyonunda hele hele belediye başkanının da çocukluk arkadaşıysa içinde olmaması mümkün değil. Dolayısıyla elimizden geldiği kadar yardım ediyoruz. Bu sırada belediyenin özel sektörüyle olan ilişkisini belirleyen bir organizasyon var. İzmir Ekonomik Kalkınma Koordinasyonu. Bünyesinde iş insanlarını barındırdığı gibi tüm üniversite rektörlerini, sendikaları, Mimarlar, Şehir Plancıları gibi odaları, ticaret, sanayi odasını hepsini kapsayan bir şey. Ben buna Lordlar Meclisi diyorum. Ama orada DİSK yöneticisi de var, vesairesi de var.

İngiliz Lordlar Meclisi ilk kurulduğunda çok etkiliymiş ama artık neredeyse sembolik, ya İEKK?

Neredeyse sekiz-dokuz yıllık bir gelenek oluşturmuş. Bu yapı içerisinde bu mekanizmanın kurucusu olan belediye başkanı ne ölçüde etkin çalıştırmak isterse o kadar etkin çalışır. Yani bu öyle bir ortam ki un, yağ, şeker, tarçın her şey var. Başkan buradan helva yapmak isterse fevkalade helva olur. İstemezse olmaz. Hem Aziz Başkan, hem de Tunç başkan bunu son derece önemsiyor. Yani helva yapmak istiyorlar. Pandemi nedeniyle toplantılar 2020 Şubat'ından beri Zoom üzerinden olsa da belki daha da iyi eskisine göre. Katılımlar daha da artıyor. Geyik daha az oluyor.

Peki ne helvası yaptınız bugüne kadar? Daha doğrusu yapılmasına vesile oldunuz?

İzmir'de sadece İzmir Ekonomik Kalkınma Koordinasyon Kurulu var, diğerleri duruyor değil. İzmir son yirmi yıl içerisinde sivil toplumculuk anlamında hem odalar olsun hem de bağımsız teşekküller çok verimli, çok kapsamlı raporlar ürettiler zaten. Yani İzmir'e dair, gök kubbede söylenmedik söz, yazılmadık rapor yok. Dolayısıyla eksik olan icra. İzmir Ekonomik Kalkınma Koordinasyon Kurulu veya benzeri bir yapının buna yönelik olarak alt komisyonlar var. O komisyonlarında olayları tartışıyorlar, olgunlaştırıyorlar. İki üç ay hazırlanıyorlar. Biz tamamız diyorlar. Bu alt komisyonlarının başında da Sezgin Atilla hocamız var. Hoca sinyali çakıyor başkana, bana. Ben belediye başkanımızla konuşuyorum Onu kurul gündemine taşıyoruz. Tabii ki notlar alınıyor. Veya bazen tam tersi oluyor. Belediye içerisinde çok kapsamlı bir proje oluşturuyor. Ama bunun kent bileşenlerine öncelikli olarak açıyor. Onların reaksiyonlarını alıyor, ediyor. İşleyiş böyle.

Sizin bu kentte adınız, iş dünyasında bir ağırlığınız var. Tunç Bey'in başkan seçilmesinden sonra bu daha da arttı. Yönetenler üzerinde ağırlığınızın olması, söz sahibi olmak, karar verici konumlarda, oyun kurucu olmak, kişiliğinizde değişiklik yaratmadı mı? Sadece iktidar olan değil, iktidara yakın kişiler de değişiyor bazen ve iktidara yaklaşmanın bir yolu da bu kişilerden geçiyor. Yönetenlerle bu sıkı fıkı ilişki, sizi, çevrenizi nasıl etkiledi, etkiliyor?

Yo hiç hiçbir şey değişmez. Neticede insanlar zaaflarıyla birlikte bir bütündür. Takdir ediliyor olmak herkes gibi benim de hoşuma gidiyor. Mesela son bir iki yıl içerisinde olayı hareketlendiren başka faktörler de oldu. ESİAD şu bu falan filan da devreye girdi etti ama yaklaşık yirmi yıldan beri İzmir için hala tırnak içerisinde çok önemli bir gazete olan Hürriyet'te köşe yazıyor olmak, bu köşe yazısını sözünü ettiğim o hedef kitlenin, İzmir'deki önemli dediğimiz bileşenlerin hepsinin eksiksiz okuyor olduğunu bilmek ve o köşe yazısından onlara dokunuyor olmak.. Bir kere sürekli beni onlara hatırlatan bir hadise. İkinci önemli faktör bu. Son iki yılda devreye giren sosyal medyadaki ekonomik bülten. Bunların hepsini topladığımız vakit kabataslak yedi yüz elli kişi. İzmir'deki istisnasız tüm önemli insanlar. İstanbul'da çok sayıda önemli insan. Onun moderatörlüğünü yapıyorsunuz. Dolayısıyla kendi fikirlerinizi doğrudan orada paylaşıyorsunuz. Bakıyorum, okuyorlar mı? İnanılmaz takip ediyorlar. Herkes oralara dahil olmak istiyor. Dolayısıyla o yönü itibariyle de insanların çok içindesiniz. Kelimeyi de yanlış kullanmak istemiyorum ama onun getirdiği bir karizmatik profil ortaya çıkıyor. Dolayısıyla bu adam varsa bu adam karar versin veya bu adam bunu söylüyorsa doğru söylüyordur falan gibi.

Bu böyle nereye kadar sürer?

Böyle bir şey ortaya çıktı ama bu tabii çok sürdürülebilir bir hadise değil. Bunu çok uzun müddette sürdürüyor olmak da istemem. ‘Yahu senden başka horoz yok mu’ diye nüktedan büyüklerimiz de söylüyorlar. E bazen hoşuma gitmiyor. Yani bunu bir espri olarak söyleyen de var. Sanki iğneleme anlamında söyleyen de. ‘Sen bizim bu neviden alanlarımızı istila edici bir strateji mi uyguluyorsun’ diye düşünen de var. Böyle bir şey yok. Bir sürü bileşen, evet; onlar denk geldiği için. Bu bu böyle gitmez yani. Gitmesin de zaten. Öyle bir iddiam da yok. İzmir'de ben olacağım diye bir şey yok yani. Herkes bir ucundan tutuyor zaten. Belli bir dönem içerisinde bu ağırlıkta olan ve hala bu ağırlığın sürdüğü İzmir'de tek de ben değilim. Uğur Yüce de de öyle. Şu anda Mahmut Özgener çok önemli bir faktör, zamanında Ekrem Demirtaş öyleydi. Şu anda Ender öyle. On, on beş tane adamız biz. Evet, İzmir'e dair biraz haddimizi aşıyoruz. Fazla müdahil oluyoruz farkındayım ama neyse Allah'tan bunun geçici olduğunun idraki içinde olduğumuz için problem yok yani.

İzmir'le ilgili enteresan yazılarınız oluyor. Provokatif, tahrikkar yazılar… Bazen ‘gerçekten böyle mi düşünüyor mu yoksa tartışma çıksın diye mi yazıyor’ diye düşündürten… Çünkü farklı tartışmalardan fikir çatışmalarından zevk alan ve beslenen bir insansınız.

Dünyanın en mutedil, en beyefendi insanı olduğunuz vakit esasında en lezzetsiz ve en sıkıcı insanı olursunuz. Tabii ki bu insanların ilgi ve alakasını uyandırabilmek için provokatif olmak durumundasınız. Provokasyon çok iyi bir şeydir yani. Damarlarına basacaksınız, hoplayacaklar, zıplayacaklar. Ama niyetinizin halis olduğunu karşı tarafa da geçiriyor olmanız lazım. Provokasyon yaptığınızda kimseyi aşağılamak istemiyorsunuz. Onu da tahrik ediyorsunuz. Dediğim gibi en az hata yapmak üzere dünyanın en beyefendilik şablonunu kullanmak, bana hep mütebessim penguenleri çağrıştırmıştır ve benim gözümde hiçbir zaman da saygıdeğer insanlar değillerdir.

Halihazırda çevremizde de çok sayıda mütebessim beyefendiler görmekteyiz. Böyle bir şey yok. Bu kadar hatasızsanız mehdi, vekil, peygamberliğe talip ol. Çok daha iyi yani. Allah'ını severseniz insanlar hatalarıyla, faulleriyle, eksiklikleriyle, yanlışlıklarıyla, mayına basmalarıyla birlikte bir bütün, bir insan olduğunu karşı tarafa hissettirir. Böyle olmak lazım.

Evet, ‘yaramazları’ mayına basanları benimseyen, teşvik eden bir yanınız var. Ama diğer taraftan bu herkese karşı değil. Mesela, meslek odaları kentle ilgili bir sürü kıymetli itirazda bulunuyor. Hiçbirini mi beğenmiyorsunuz? Şehirciler Odası, Mimarlar Odası, işte TMMOB gibi, onların kentle ilgili çıkışlarında sizin hiç destek yazınızı görmedim, niye?

Kentle ilgili yaklaşım sergileyenlerin olayı çok boyutlu düşünmesi gerektiği kanaati var bende. Bir konuya kapsamlı bir şekilde bir öneri getirebiliyor olmadan bu tip kuruluşların, yöneticilerin pek ağzını açmıyor olması lazım. Olayı tüm boyutlarıyla düşünüyor olması lazım. Ben benim cephemden hadiseyi savunurum, başkası kendi cephesinden meseleyi savunur derseniz bu tamam, bulunduğunuz ortam itibariyle kabul görür.

Mesleki cepheden bakmanın neresi yanlış ki?

Bunu şöyle anlayalım. Diyelim, ben işveren sendikasıyım. Mümkün olduğu kadar asgari ücretin artmamasını savunursam iyi bir işveren sendikacılığı yapmış olurum. Veya tam tersi, asgari ücret Türkiye'deki her türlü parametreden kopuk olarak iki katı olsun derim. Bu iyi bir sendikacılık mıdır? Baktığın vakit hakları harika savunuyor. Efendim sınıf bilinciyle hareket ediyor. Bu böyle değil. Yani neticede bu ülkede asgari ücretle bağlantılı olarak herkesin aynı teknede olduğu bilinciyle, pek çok parametreyi engelliyi, eşi etkileyen bir durum söz konusu. Yani asgari ücret çok yükselirse atıyorum ihracat maliyetleri artar. İhracat yapamazsan ithalat o zaman kapanır. O zaman o asgari ücret isteyen insanlar da işsiz kalır. Yani şunu demek istiyorum. Bir konuya ilişkin bir yaklaşım getirirken olayı tüm boyutlarıyla düşünerek değerlendirerek o birikimde o boyutuyla, o yönüyle hadiseyi savunmak lazım. Bu birikime sahip olmak lazım.

Bir konuda oturaklı yaklaşım sunan insanları gözlemlediğimde… Bu insanların, konuyu çok iyi bildiklerini, bulunduğu kentin gerçeklerine, geçmişine, geleceğine son derece hâkim olduklarını, yanı sıra temel disiplinler itibariyle, iktisat bildikleri, sosyoloji bildikleri, tarih bildikleri, siyasal tarih bildikleri, hatta felsefe bildikleri ve bunların hepsinin mesh edilmesiyle ortaya rafine fikir ürettiklerini gözlemişimdir.

Bu bacaklardan biri veya birkaçı eksik olduğu vakit, o zaman bunu bizim gibi insanlar, bu olaydaki bu eksikliği, bu tek taraflılığı gördüğü vakit onun farkında olma ihtimalini düşünerek… Eğer hele bunun farkında olmasına rağmen böyle bir anons yapıyorsa ciddi şekilde bir entelektüel rahatsızlık duyuyor ve onu kendi zihninden mahkûm ederek tepkileniyor.

Eğer bilmiyorsa, cahilse veya tek taraflı oluşundan kaynaklanan fikir ileriye sürüyorsa, orada ne işi var? Çenesini kapatsın diyorsunuz. Bizdeki tepkiler de genellikle böyle oluyor. Her olayın birkaç cephesi var. Kültürpark meselesi. Yahu öyle de bakılabilir ama bin bir tane de boyutu var.

Ve geldik Alsancak ve Kültürpark konusuna…

Alsancak'a biz kaç tane fonksiyon yüklüyoruz? Alsancak sabah erkenden kalkanların spor yaptığı yer. Geceleri insanlarımızın çekirdek çitlediği yer. Onlardan geç kalanların bira içip, şişelerini çimlere bıraktığı yer. Efendim, gençlerin flört yaptığı, birbirlerine sarıldığı romantik yer. Mitingler, konserler burada oluyor. Aynı zamanda burası kentin kafelerinin, restoranlarının, içkili mekanlarının ve işyerlerinin yoğun olduğu bir yer. Aynı zamanda insanların evinin olduğu, yattığı, uyuduğu bir yer. Bir semte bu kadar fazla haksızlık, bu kadar fazla fonksiyon yükleyenebilir mi? Be karar vericiler; şurada, üç yüz metre geride, 420 dönümlük koca Kültürpark var.

Korunmasın mı?

Dünyanın her yerinde korunur ama ıssız bırakılmaz. Tamam, harap etme ama gençliğe aç kardeşim. Kafeler orada olsun, cıvıl cıvıl ortamlar oluşsun, minik konserler orada yapılsın, şu olsun, bu olsun. Ama hayır, orası kurtarılmış ve korunmuş bölgedir. Alsancak, semtin sahibi olduğunu zannedenlerin gitmeseler de görmeseler de bir şekilde kendilerine ayrıldıkları bir rezervasyon, ayrılmış bir alan. Kimseyi sokmuyorlar ve bunu çevrecilik ve benzeri imalat değerler adına yapıyorlar.

Yani bu kadar Kültürpark’a sahipleniyorsanız, zeminin otuz santim altı kapkara “kül.” Hala büyük yangının (1922) küllerinin izleri duruyor. Sen mesela en azından Kültürpark'ın bu hazin geçmişine yönelik olarak acaba içinde herhangi bir sancı duyuyor musun? Madem duyarlısın orada bir mübadele ya da helalleşme anıtı için çaban hiç olmadı. Madem on beş bin kişisin, orada bir mübadele anıtı olsun; bu tip kritik konularda, geçmişe yönelik bir arayışta niçin yoksun, bir insanı insan yapan, hümanisttik kalitelerde neredesin?

Siz?

Ben de onlar kadar çevreciyim. Ne yani farklı bakıyoruz diye müteahhitlere peşkeş mi çektiriyoruz? Bu boyutuyla düşünün bakalım. Bu konuları konuştuğumuzda ikna edici bir açıklama duyamıyorum.

Çeşme projesi gibi mi? Siz çevrecilerin aksine o projeyi de destekliyorsunuz, orada gerekçeleriniz ne?

Deniliyor ki; Yarımada turizme açılmasın. Tamam açılmasın. Olsa Türkiye'nin nüfusu Yunanistan gibi dokuz milyon, ben de koruma kollama tarafında olurum. Her sene artan 85 milyonluk nüfus. Yanı sıra, sekiz-on milyon göçmen. Neticede bu ülkede her pozisyonda, el mecbur yatırım yapmak zorundasınız. Her yatırım, tabiatın mutlaka istismarı demektir, mutlaka! Bunu ağır sanayi yatırımı olarak yaparsan, haddehane veya çimento fabrikasını kurarsan bu ağır tabiat istismarıdır. Oysa turizm yatırımı yapılırsa bu az istismardır. Ama neticede bir yatırım yapmak zorundasın. Çünkü nüfusun her sene bir, bir buçuk milyon artıyor. Dolayısıyla, Demirel’in değişiyle “zengin toprakların fakir bekçisi” olamazsın. Yani, bu anlamıyla “Yarımada’ya” bir şeyler planlayacaksın. Turizm Bakanı bir öneri getirmiş’ kökten AK Partili değil, turizmci vesaire. Projelerinde, “asla yüksek yapılanma olmayacak” diyor. “Devletin boş kalan arsasını tabiata uyumlu değerlendireceğiz ve bu sayede yüz bin istihdam olacak” diyor. Buna insanlar neden kafadan karşı çıkıyor?

Su kaynakları sınırlı diye mesela, yeterli değil mi?

Açıklamalarında “Golfe gelen adam ekonomik olarak en üst seviyedeki profil, O insanlara yapacağın fiyatlama, bağlı olarak senin maliyetlerinde de imkân sağlıyor. Deniz suyunu arıttığın vakit, tamam pahalıya mal olur ama bunu o insanlara kolayca yansıtabilirsin” diyor. Dolayısıyla sulamaya dair izah bu.

‘Arıtırken tuzu ne yapacaksınız’ diye soruyor bilim insanları ve bunların cevabını bilmek zorunda herkes, çünkü Yarımada’nın kaderini tayin ediyorsunuz.

Kaderini bu ülkenin demografik tazyiki belirliyor. Plansız bırakırsan Gümüldür gibi Kuşadası gibi, birileri yağmur gibi gelecektir. Yirmi yıl sonra çok muhtemel göreceksin, içler acısı görüntüler oluşacaktır.

Tuz meselesini bilmiyorum. Bu olayla alakalı Bakan çok toplantı yaptı. Herkesi çağırdı. Bunları kaç defa gazetede en ince ayrıntısına kadar yazdım.

Peki, Kültürpark’a dönelim. Kültürpark konusunun kördüğüme dönüşmenin en önemli nedeni, Tunç Başkan değil mi? Kültürpark platformu, Aziz Bey’in Fuar alanı için düşündüğü projeyi paylaşmasıyla kurulmuştu ve o grubu destekleyenlerden biri de Tunç Soyer’di. Aziz Bey’in projesine, Kültürpark’ta yapılaşmaya Tunç Bey de karşıydı. Başkan seçildikten sonra platform ve diğer bileşenlerle toplantılar yaptı, görüşlerini sordu, ‘kendimi antik Yunan’da zannettim o toplantılarda’ dedi ve sonra irtibatı kesti… Kültürpark için ilk icraatı da pazaryeri açmak oldu. Sizin bunları bilmiyor olduğunuzu düşünmüyorum.

O bahsettiğim kişiler, her şeye muhalif. Kültürpark bazı dokunuşlara ihtiyaç gösterir. Yani orada yaşlanan bir ağacı budatmak bile olay oldu. Bitki bilimini, ağaç bilimi bilmeden ona da itiraz geldi. Kardeşim yani Büyükşehir’in parklar, bahçelerle ilgili birimleri var, bu işle alakalı olarak uzmanları var. Müsaade buyur. Ama ortalığı ayağa kaldırdılar. Pazaryerine neden karşı çıkılıyor? Seçkinciliğin alemi yok deyip susayım.

TENİS KULÜP KALDIRILACAK

Alsancak’ın eğlence mekanlarını Kültürpark'a kaydırdığınız zaman ne olacak? Geçmişte müstecirlerle olan kavgaları biliyorsunuz. O kavgalar neredeyse Fuar Müdürü’nün hayatına yol açıyordu, unuttunuz mu?

SITKI ŞÜKÜRER: İcraat yapan hatadan korkmaz. Ne yani şehrin ortasında metruk alan mı yaratılsın? Kültürpark topyekûn projelendiriliyor. Tecrit edilmiş özel bölgeler böyle bir anlayışla, insanlarla bütünleşecek şekilde planlanmalıdır. Zaten Tenis Kulübü de kamuoyuna açıklanan raporlarda bu esasa göre projelendiriliyordu. Bu gelişmelerin rahatsızlığını duyanlar, çevreci telakkileri pompalayarak arka planda lobi yapıyorlar. Tenis kulübünün farklı bir fonksiyona evrilmesi muhtemelen çok toz kaldıracaktır, görecek İzmir..

Nasıl yani, tenis de mi oynanmayacak orada?

SITKI ŞÜKÜRER: Elbet oynanır ama herkese açık olmalı. 1960’lı yıllarda Mübadillere takastan verilen yerler Cumhuriyet tarihinin gelmiş geçmiş en büyük rant operasyonunu ile tarihi dokusundan vazgeçerek bir anda sekiz kat, dokuz kata müsaade edildi ve o güzelim Sakız evleri, köşkleri adeta imha edildi. Bu sayede ciddi bir kesim, oluşan rantlarla bir daha çalışmadı. Tenis kulübü geçmişinde bu neviden üyeler az değildir. Onlar için denir ki, kendi huzurları bozulmasın diye Kültürpark'a öteden beri kimseleri yanaştırmadılar.

Parkın etrafı biliyorsunuz duvarlarla çevrili. İndir kardeşim şu duvarı, insanlar istifade etsin. Aziz Başkan’a hep söylenmiştir. Yanıt olarak “biliyor musunuz, o duvarlar SİT” demişti. Çünkü yasak bölge ya orası. Yani bahse konu zümrenin, İzmir estetiğine yapılabilecek en büyük haksızlığı yapmış rantiyenin kurtarılmış bölgesi. Emin olun sınırlı spor yapanlar dışında Alsancak sakini de oraya gitmiyor. Dediğimin teyidi; Talatpaşa'da beş yüz insana bir anket yapılırsa görülür.

Kültürpark konusunda sizinle anlaşamıyoruz, diğer provokatif paylaşımlarınıza bakalım. Mesela Karşıyaka ile ilgili. Yakın zamanda onlara da epey laf soktunuz köşe yazınızda…

“Karşıyakalılık” diye bir kavramın tarihsel boyutu vardır. Bu onura talipsen girersin ilçenin geçmişine, derinliğine. Az biraz merak et. Hıristiyan geçmişini araştır,1940’lara in. Cumhuriyet döneminde yapılanları mesela İkbal villası gibi. Onları bile yok ettiğini düşün. Aile büyüklerini sorgula. Yani bırak Hristiyan mirasını. Hiçbir şey yok ortada. Böyle inanılmaz derecede meraksız, yüzeysel nasıl olunur? Bula bula İlçe girişine “otuz beş buçuğa hoş geldiniz” yazılıyor. Bu mudur? Otuz beş buçuk dediğin ne? Ankara'da İçişleri Bakanlığı'nda, Trafik Şubesi'ne bakan bir bürokratın vakti zamanında bu kentte verdiği plaka numarası. Kendi aidiyetini deklare edebileceğin başka bir kriter yokmuş gibi ki ona sığınıyorsun. Çünkü o kadar sığ bırakılmışsın ki, sadece ve sadece otuz beş üzerinden kimlik arıyorsun.

Neyse, bunun arkasından sert bir cumhuriyet eleştirisi gelir. Sistem giydirdiği elbiseyi meraksızlık üzerine kurmuş, diyelim susalım.

Ankara, İstanbul ve son olarak seçtiğiniz, yaşamayı düşündüğünüz, aslında doğduğunuz şehir İzmir. Ankara'yı çok güzel anlattınız. Ya İzmir? Hep tepkinizi dile getiriyorsunuz, niye?

Netice itibariyle tercih ettik geldik buraya. Her şeye rağmen. Demek ki artıları eksiklerinden fazla. Bu kentin mübadeleyle gelen insanları, daha sonra İç Anadolu'dan gelen insanları, daha sonra Doğu ve Güneydoğu'dan gelen insanları, daha sonra başka yerlerden gelen insanları ile tam bir kozmopolit kent. Hıristiyan nüfus 1920’lerde sıfırlanmış. Maalesef yeni sakinler kente sürekli mütemadiyen ihanet ediyorlar. Dünyanın en büyük lağım çukuru yani körfez, bizlerin eseri. Dünyanın en güzel tarihsel dokusunu yok edip de Çin Seddi gibi Laz müteahhidi kalitesiyle sekiz katlı binaları da bir başkası değil, İzmirli yaptı. Hala her şekilde imkân verdiğin takdirde bir Afrika çekirgesi, bir kımıl zararlısı gibi bugün kentin en münevver kesimi dediğimiz kesimler dahil, bu insanlara deseniz ki şu kıyı boyu apartmanlar için 8 kat yerine 13 kat müsaade ediliyor, bir ay da süreniz var. Üçüncü günde bina tepesinde filizler belirir. Ama aynı anda kenti korumak üzerinden mangalda kül bırakmazlar. Urla, Çeşme ve benzeri yerlerdeki evlerin yasal sınırına uyan çok azdır. Bilirler ki imar affıyla üç kuruş para verip legalleştirilir. Otobandaki hız sınırı 130’dur. Araba güçlüyse kimse uymaz. Medeni toplum olmanın kriterlerin hepsinin farkında olunmasına rağmen İzmirliler bunları kendilerine yönelik olarak, bir muafiyet olarak algılayıp soluksuz bir şekilde bu kenti bitirme konusunda inanılmaz bir iştahla yollarına devam ediyorlar. Benim tepkim bunadır.

Daha önceki sohbetimizde STK’ların daha cesur olmaları gerektiğinin altını çizmiştiniz. Ankara’daki enerjiyi bu kentten alamadığınızı da sohbetin başında söylediniz. Şu son 20 yılda yaşananları düşünerek, yanlışlara karşı siyasi otoriteye yönelik iyi bir sınav verdi mi peki Ankara?

Ne Ankara, ne İzmir; Türkiye hiç vermemiştir. Tavır beklenenler hep alçak irtifada. Cumhuriyet rejiminin pozitifleri çok fazladır ama en başından beri insanlardan bir şeyi esirgemiştir. O da “demokrasi kültürü”. ‘Demokrasi beklesin kardeşim, kuralları ben tespit ederim’ denmiştir. Bildiğin vesayet rejimi. ‘Sen laik ol, İslam'a karşı mesafeli ol. Dinini benim çizdiğim Diyanet denetimli bir yapı içerisinde yaşa, etliye sütlüye, stratejik işlere karışma; ben seni korurum. Sen bu çerçevede, bu fanus içerisinde, bu çizdiğim çerçeveye uygun olarak yaşamını sürdür. ‘ Şimdi böyle bir kültürde yetişmiş şehirli insanlar haliyle Cumhuriyet değerlerini, koruyuculuğunu başka tür vesayete ileri süremiyor. Zira değerleri için mücadele edecek, bedel ödeyecek bir kültüre haiz değil, bilmiyor öyle bir şey. Böyle otomobil farına yakalanmış tavşan gibi duruyor. Dolayısıyla Ankara'nın STK'sı da İzmir'in STK'sı da aynı. Yine en cesur TÜSİAD. Fırsat yaratıyor “dan dan dan” söylüyor. Gerçi her seferinde fırçayı yiyor, oturuyor. Ama yine yılmıyor, bir daha konuşuyor. Yani Türkiye Odalar Birliği’nin ve bağlı olarak alt odaların, hani son dönemlerde bazıları hariç, sesi çıkmıyor.


Editör: Haber Merkezi