SİNEMA GEZGİNİ

106. HAFTA

HAZIRLAYAN: BATIGÜN SARIKAYA

12.11.2021

Şener Şen

SİNE-SÖZ

Sinemamızın yaşayan efsanelerinden Şener Şen, birkaç gün önce şöyle bir açıklama yaptı:

“Çok yoruldum artık. Sinemaya üretimin had safhaya ulaştığı yıllarda başladım ve durmaksızın çalıştım. Gönlüm rahat. Büyük bir iç huzuruyla meydanı gençlere bırakmam gerektiğine inanıyorum.”
Şener Şen gibi çok değerli bir oyuncunun sinemayı bırakma kararı vermesi sinemaseverler için üzücü ama 80 yaşına merdiven dayamış büyük ustanın sözlerindeki dersi, keşke bu ülkeyi yöneten, daha doğrusu yönettiğini zanneden kişiler alabilse. Anlayabileceklerini sanmıyorum ama yapıştıkları makamları bırakıp gitseler de biz de dertsiz tasasız tek gün geçirmediğimiz şu memlekette biraz  huzura kavuşsak. 


SİNE-LİSTE
Çarşamba günü aramızdan ayrılışının 83. yılını idrak ettik. Hemen hemen hiçbirimiz onun dönemine tanık olmadık ama özellikle son yirmi otuz yıldır ülkece yaşadıklarımız hasretimizi derinleştirdi. Belki biraz da bu yüzden Atatürk’ü sinemada kanlı canlı görmek, onun ruhunu güçlü bir anlatı içinde duyumsamak istiyoruz. Henüz herkesin ‘işte bu’ dediği bir performans gelmedi sanki ama 90’lardan itibaren Atatürk’ü dizi ve filmlerde, özellikle de kurumsal reklamlarda daha çok görür olduk. 10 Kasım haftası içinde olduğumuz için ben de bugüne kadar Atamızı canlandıran oyuncuları listeledim. İşte o oyuncular ve yer aldıkları dizi ya da filmler:
1-    Rutkay Aziz – Kurtuluş dizisi (1994) ve Cumhuriyet (1998)
2-    Serdar Orçin – Abdülhamid Düşerken (2003)
3-    Ali Ulvi Hünkâr – Kırk Kanatlar dizisi (2006-2007)
4-    Alican Yücesoy – Son Osmanlı Yandım Ali (2007)
5-    Haluk Bilginer – İş Bankası Reklamı (2007)
6-    Sinan Tuzcu – Veda (2010)
7-    Halit Ergenç – Dersimiz Atatürk (2010)
8-    Mustafa Preşeva – Anadolu Sigorta Reklamı(2011)
9-    Yavuz Sepetçi – Yol Ayrımı dizisi (2012)
10-    İlker Kızmaz – Çanakkale 1915 (2012)
Bonus: Yetkin Dikinciler – Mustafa (2008) filminde Ata’yı seslendirdi.
Ayrıca: Arda Kural 2005-2007’de çekilen Emret Komutanım dizisinin kimi bölümlerinde Atatürk’ün gençliğini canlandırdı.



KARACA’DA BU HAFTA

İzmir’in yegâne bağımsız ruhlu sineması Karaca’da yine nefis bir hafta sizleri bekliyor. Haftanın yenileri Rifkin’in Festivali ve Af mutlaka görülmesi gereken önemli yapımlar. Hakikat ve Grev, şans tanınması gereken, ana akıma göz kırpan Türk filmleri. Özel gösterim yapacak Tenere’yi de kaçırmamanızı öneririm. Ayrıca Baba ve Körkütük’ü hâlâ izleme şansınız var. İşte 12-18 Kasım haftası programı:
Rifkin’in Festivali (Rifkin’s Festival) / 13.15 – 17.00 – 20.30
Baba (The Father) / 15.00
Af / 11.30 – 18.45
Grev / 14.15 – 20.30
Hakikat: Şeyh Bedreddin / 12.15 – 18.45
Körkütük (Druk) / 16.30
Başka Bir Şans:
Sansür (The Censor) / 14 Kasım Pazar: 13.30
Başka Çarşamba / ön gösterim:
Tenere / 17 Kasım Çarşamba: 20.30


SİNE-KRİTİK


KULÜP

(Türkiye, 2021, 6 bölüm)
Y: Zeynep Günay Tan, Seren Yüce
O: Gökçe Bahadır (Matilda),  Salih Bademci (Selim Songür), Fırat Tanış (Çelebi), Metin Akdülger (Orhan), Asude Kelebek (Raşel), İlker Kılıç (Mordo)
Dizinin notu: 4 yıldız
Uzun zamandır böylesine incelikli, anlattığı öyküye değer veren bir dönem dizisi izlememiştim. Netflix Türkiye, çok başarılı bir hamleyle bu diziye gerekli yatırımı yaparak daha nitelikli çalışmalara yönelmek arzusunda olduğunu gösteriyor. Bu da olumlu bir gelişme elbette. Üstelik 1950’lerin Türkiye atmosferinden yola çıkarak günümüz sosyal ve siyasi durumuna ilişkin pek çok paralellik kurmak da mümkün. 

AZINLIKLAR MESELESİ

Kulüp’ün başarısı ve dizi olarak erdemleri bu anlamda pek çok noktada kendini var ediyor: Bunların başında Türkiye’deki azınlık meselesine ilişkin, geniş kitleleri etkileyebilecek bir konuya yer vermesi geliyor. Seferad Yahudileri’ni merkeze alan başka büyük bir proje, anımsadığım kadarıyla olmadı. Gayrimüslimler üzerinden Varlık Vergisi garabetini anlatan Salkım Hanım’ın Taneleri’ni (1999) ve 6-7 Eylül trajedisini aktarmaya soyunan Güz Sancısı (2009) gibi kimi denemeleri anımsıyoruz gerçi. Melodramatik dizilerle seyirciyi ekrana kilitlemek isteyen kanallarda kimi örnekler de oldu belki ama ortaya çıkan ürünler oldukça yüzeyseldi ve azınlıkların bu ülkedeki varlığına dair gerçekçi ve hakkaniyetli bir bakış açısı ne yazık ki hemen hiç olmadı.  

Kulüp işte bu noktada, karakterlerine ve döneme gerçekten değer veriyor. Anlatma biçiminde dürüstçe bir yan var. Geniş kitlelere oynayan dizilere has kırıtmalara, abartmalara, ajitasyon benzeri yöntemlere yer vermiyor. Bu yanıyla dönem dizisi çekmek isteyen kişiler için son derece olumlu bir model olduğunu belirtmek gerek. 

Dizinin ana karakteri Matilda, babasının yanında çalışan Mümtaz’a âşık. Varlık Vergisi olayları sırasında, babasını ihbar ettiğini öğrenince Mümtaz’ı vuruyor ve hapse giriyor. Ne ki ondan bir bebeği var. Raşel adlı kızını yetimhaneye bırakmak zorunda kalıyor. Dizinin olay örgüsü 1955’e tarihlenmiş. Matilda’nın hapisten çıkıp İsrail’e gitmek isterken kızının bulaştığı derdi çözmek maksadıyla İstanbul’da kalması ve Kulüp İstanbul adlı bir eğlence mekânında çalışmaya başlaması, olayların merkezine bu kulübü yerleştiriyor. Burada İstanbul’un gayrimüslim azınlığı başta olmak üzere farklı kesimlerden insanları tanıyoruz. Şarkıcı olmak istediği için ailesinin evlatlıktan reddettiği Selim örneğin, türlü sıkıntılardan sonra Kulüp’te çalışmaya başlıyor. Müdürlük görevini sürdüren Çelebi, el değiştiren sermayenin somut bir örneği. Mekânın patronu Orhan, büyük bir aile sırrının yükünü taşıyor. Bu aynı zamanda 50’lerin yükselen milliyetçi damarıyla da karşı karşıya bırakacak onu. Matilda kendisini reddeden Raşel’i ikna etmeye çalışırken Çelebi’nin tavizsiz ve kinci davranışlarıyla mücadele ediyor. Yaşanan sıkıntıların kaynağında Çelebi’nin geçmişte kalmış bir derdi var. Bütün bunların odağında birlikte yaşama kültürüne tahammül edemeyen siyasetin izlerini görüyoruz.

HAYRAN OLUNACAK İSTANBUL

Kulüp, özellikle dönem İstanbul’unu çok gerçekçi biçimde temsil etmesiyle dikkat çekiyor. O günlere dair unsurlar, en küçük ayrıntıya değin incelikle yaratılmış. Murat Güney ve Ayşe Buket Demiratar’ın yapım tasarım ve sanat çalışması açısından katkısı çok büyük. Dizinin arka planında büyük bir emeğin bulunduğu hemen hissediliyor. Buna elbette sinematografiyi de eklemek gerek.  Cenk Altun ve Ahmet Sesigürgil, canlı bir doku yaratacak kadar güçlü görüntüler sunuyorlar. Özellikle meşhur Pera’nın o günlerini kanlı canlı görmek özel bir haz veriyor. Hatta Kulüp’ün bu yönüyle şu ana kadar yapılmış en iyi dizi olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Yakın zamanda Çağan Irmak’ın çektiği Yeşilçam da dekorlar açısından belli bir düzeyi yakalamıştı ama sinemasal açıdan bir tür yapaylık hissediliyordu. Kulüp’te ise Hollywood filmlerinde görmeye alıştığımız büyük bir özen var. Her bir metrekaresi tasarlanmış, düşünülmüş ve şartlar da olabildiğince zorlanmış. Pera’yı temsilen kısa bir cadde inşa edilmiş örneğin ama burada kadraj çeşitliliği devreye giriyor. Her defasında o caddede yürüyormuş izlenimi veren görüntülere diyecek söz yok. Zeynep Günay Tan’ın bu konudaki mahareti, sezgileri ve yönetim becerisi takdire şayan. Ulusal kanallardaki dizilerin tamamına dönem dizisi nasıl çekilir gösteren bir iş olmuş ortaya çıkan. 

YİTİRDİĞİMİZ İNSANLAR

Bu teknik meselenin yanında elbette, ele aldığı konuya yaklaşımıyla da Kulüp’ün pek çok yapımın önünü açıp kalıcı olacağını düşünüyorum. Her şeyden önce aynı coğrafyada birlikte, huzurla yaşamak durumunda olduğumuzu gösteriyor bize. Sığ, milliyetçi-muhafazakâr politikaların bir ülkenin gerçek zenginliklerini, insan dokusunu, nitelikli kültürü nasıl yok ettiğini, didaktik bir tonda değil yumuşak bir gerçekçilik içinde izliyoruz. Öyküler bunu vurgulamak için aileyle sorun yaşayan karakterlere odaklanıyor. Kimlik, aidiyet, toplumsal bir varlık olarak insanın temel gereksinimlerine dönüşen kabul görme, sevilme gereksinimi... Tabii tarihsel açıdan levanten kültürünün sermayenin büyük kısmını elinde tuttuğu ve bu yüzden bir ekonomik değişim gerektiğini ve bir Türkleştirme politikasının haklılığını savunanlar olacaktır. Fakat bu güdük ve tek yönlü tartışmaya karşın Kulüp’ün asıl üzerinde durduğu şey, yüzyıllardır burayı vatan bellemiş toplulukların nasıl örselendiği, ortak yaşama kültürü kuramamış bir devletin acınası hâli ve bütün bunlardan yaralanmış ruhlar…  Bugünkü duruma bakınca değişen pek bir şey olmadığını görmek işin asıl acı kısmı.
Dizinin ilk kısmı, altı bölüm olarak yayında. Sonradan dört bölüm daha eklenecek. Tamamlandığında dizi tarihimizde özel bir yere oturacağını düşünüyorum. Özellikle sosyal medyada herkesin övdüğü gibi Salih Bademci’nin, Gökçe Bahadır’ın ve hele de Fırat Tanış’ın müthiş oyunlar verdiklerini de ekleyeyim. Kulüp’ü mutlaka izleyin.


GÖSTERİME YENİ GİRENLER

DÜN GECE SOHO’DA (Last Night in Soho, Y: Edgar Wright)

Gizemli biçimde kendini 60’larda bulan bir kızın öyküsüne odaklanan film zaman meselesini kurcalarken, özenli bir atmosfer kuruyor ve farklı türleri özgün biçimde harmanlıyor. Gerilim tonları özellikle ilgi çekici.  Kaçırmayın derim. (117 dk.

AŞK YOLUNDA (Y: Ahmet Kapucu)

Evlenmek isteyen ama türlü engellere takılan bir kadın ebesinin (evet, gerçekten ebesinin) ahını aldığını öğrenip durumu düzeltmeye çalışırken âşık olur. Nasıl yaratıcı bir konu değil mi? Filmi anlamak için fragmanı izlemeniz yeterli zaten. (99 dk.)

SENİ BULACAM OĞLUM (Y: Gökhan Yıkılkan)

Kendisini oyuna getiren arkadaşını bulmaya çalışırken türlü belalara bulaşan antipatik bir tipi oynayan Yıkılkan, filmi yönetmiş bir de! Sinemada kötü ürünler nasıl yapılır görmek isterseniz gidin tabii ama bu zırva filmden medet ummayın bence. (90 dk.)

4N1K DÜĞÜN (Y: Deniz Coşkun)

Ergen tripleriyle dolu, ucuz ve renksiz, ama her nasılsa çok satan Büşra Yılmaz romanlarından film devşirmeye devam ediyorlar. İnsan şu filme bakıp harcanan zamana, paraya, emeğe yazık demeden edemiyor. Kötü senaryo, kötü oyunculuk ve kötü... (89 dk.)

RİFKİN’İN FESTİVALİ (Rifkin’s Festival, Y: Woody Allen)

Hakkındaki ciddi ithamlara ve ilerleyen yaşına rağmen film yumurtlamayı sürdüren ünlü yönetmen, evlilik, ilişkiler ve şüpheler üzerine tanıdık hikâyesi için bu kez San Sebastian’i mesken seçmiş. Tipik, bildik ama yine de eğlenceli bir Allen formülü. Karaca’da izleyebilirsiniz. (88 dk.)

AF (Y: Cem Özay)

Ailesine kötü davranan, baskıcı bir babanın yarattığı korku ve öfke iklimi, filmin omurgasına yerleşmiş. Erk denen musibeti derinlemesine ele aldıysa ayın en iyi filmlerinden biri olabilir. Timur Acar bu kez dikkat çekici bir performans sunmuş gibi. Mutlaka Karaca’da izleyin. (95 dk.

KIRMIZI PABUÇLAR VE YEDİ CÜCELER (Red Shoes and Seven Dwarfs, Y: Hong Sung-ho)

Tanıdık masalları değiştirip farklı formlarla sunan animasyon örneklerinden biri daha karşımızda. Bu kez yönetmen Güney Koreli. Karakterlerin yüzlerinde hissedilen etki dışında öykü ve aktarım Batılı ve Hollywood tipi duruyor. Yine de küçükler için eğlenceli olabilir.(92 dk.

CİN ÇARPILMASI (Y: Onur Aldoğan)

Bir haftamız da inli cinli nadide bir korku filmimiz olmadan geçse ya! Ne mümkün, ucuz korku filmi çekip sinemamızda sözü olacağını düşünen yönetmen adaylarıyla dolu ortalık. İşte bir rezil rüsva örnek daha. Bu ucuzlukları gerçekten kaç kişi izliyor da çekmeyi sürdürüyorlar, hayret doğrusu. (62 dk.)

SİNE-ANEKDOT

“Cemil Filmer, Hatıralar’ında İzmir’deki sinemacılık günlerinden söz ederken, Atatürk’ün İkiçeşmelik’teki Ankara Sineması’na film izlemeye geldiğini anlatır. O gün gösterilen film, Şarlo’nun ‘Şarlo İdama Mahkûm’ (1917) isimli filmidir. Film boyunca gülmekten gözleri yaşararak kahkahalar atan Atatürk, film bittikten sonra, tüm masumiyetiyle sorar Cemil Filmer’e: “Cemil, hayatımda hiç bu kadar güldüğümü hatırlamıyorum, şunu bir daha seyretme imkânımız var mı?’
“Tabii ki paşam,’ der Cemil Bey, sinemanın gücünü çoktan keşfetmiş bir özgüvenle. ‘Bu bir film efendim, istediğimiz kadar, tekrar tekrar seyredebiliriz.’ Atatürk’ün bir çocuk masumiyetiyle sorduğu sorunun cevabı sinemanın evrensel gücünün kısacık tarifidir.”
(*) Akt. Ercan Kesal, Cin Aynası, İletişim Yayınları, İstanbul, 2016, s. 269

Ingmar Bergman
“BİR FİLM GÖRDÜM”
İngmar Bergman, 2002 yılında Positif dergisine verdiği röportajda, aklından çıkmayan şu filmle ilgili bakın neler demiş: 
“…1971 yılında bir gün, SF Afterwards’un salonlarından birinde Kjell Grede’le (İsveçli bir film yapımcısı) birlikte film izlerken, sandıklar dolusu film bulunan bir odaya göz atmıştık. Makiniste birini gösterip ‘Nedir bu?’ diye sorduğumda, bana ‘B.ktan bir Rus filmi’ şeklinde cevap vermişti. Sonra Tarkovski’nin adını görüp Grede’e, ‘Dinle, şimdi sana bu film hakkında bir şey okuyorum. İzleyip konusunun ne olduğunu göreceğiz,’ dedim. Filmi bize izletmesi için makiniste rüşvet verdik… İşte bu film Andrey Rublev’di.(1966) Biz de öğleden sonra iki buçukta gözlerimizi açacak hâlimiz kalmamış, sersemlemiş ve filmin etkisi hâlâ üzerimizde, heyecan dolu olarak çıktık salondan. Bu olayı hiçbir zaman unutmayacağım. Asıl önemli olan da İsveçce altyazı olmamasıydı! Konuşmaların tek kelimesini anlamıyorduk fakat buna rağmen aklımız başımızdan gitmişti…”
(*) Akt.Ercan Kesal, a.g.e, s.179


 

Editör: Haber Merkezi