RÖPORTAJ: ŞERMİN ÇOLAK- Elimde okurla yeni buluşan bir kitap var. Kapağında, kılıcıyla ışığa doğru yürüyen, bize arkası dönük bir adam…Haliyle insan anlamlandırmaya çalışıyor. Düşünüyor, zihninde çağrışımlar ardı arkası kesilmeden akıyor. Sonra ister istemez kapağın sayfalarını aralıyorsun. Yazarın ilk satırlarında yazdığı üzere elimizde bir tarihi roman var. ‘Oğuz Müteferrika’ adıyla okurun karşısında.

Nihayetinde biz de doyurucu içeriğiyle kaşımızda duran Oğuz Müteferrika’nın, yazarının perspektifinden nasıl göründüğünü merak ettik. Bu vesileyle de yazarı Özgün Kabacaoğlu ile buluştuk. Bize oldukça keyif veren bu röportajı gerçekleştirdik.

Aslında sizi tanıyoruz. Gazetemizin yazarlarındansınız ve daha önce okurla buluşmuş kurgu kitaplarınız var. Ayrıca akademik hayatta da bir yol yürüyorsunuz. Türk Tarih Kurumu’ndan doktora araştırması desteği alan, ulusal ve uluslararası yayınları bulunan bir araştırmacısınız. Bu minvalde de sizi bir tarihçi olarak biliyoruz. Bu nedenle ilk sorum; tarihçi kimliğiniz ile kitap arasındaki ilişkinin ne olduğu olacak. Kitabınızın başında da “Tarih romanla öğrenilmez” diyorsunuz. Öyleyse, tarihi bir roman ne verir, tarihçi olmanızla tarihi bir roman yazmanız arasında bir bağlantı var mıdır ve var ise nedir?

Aslında kendime tarihçi demem ne kadar doğru bilmiyorum. Henüz doktoram devam ediyor, sanırım yüksek lisans tezime istinaden idare tarihçisi demek daha doğru olur, Aslında bu unvan durumu benim bu kitabı yazma serüvenimle ve neden bir tarihi roman yazdığımla yakından alakalı. Ben eğitimime iktisat ile başladım, ardından kamu yönetimi ile devam ettim. İki lisans diplomam oldu. Bu süre zarfında, tarihe hep ilgim sürdü. Nihayetinde ülkemizdeki eğitim düzeni ve gençlerin ilgi alanlarını belirleme biçimlerimiz iyi çalışsaydı belki de çok önce bir beşerî ya da sosyal bilimler programına yönlendirilirdim. Fakat ülkemizin sistemsel sorunları kendimi öncelikle lisede fen-matematik bölümünde ve sonrasında da iktisat lisans programında bulmama neden oldu. Akademik olarak bana bu sürecin çok katkısı oldu aslında. Hani derler ya, şerden hayır doğar diye. Bende de öyle oldu. Karşılaştırmalı tarih alanında ve çok-disiplinli tarih çalışmalarında ilerlemeye devam ediyorum. Yüksek lisansımı da idari tarihi kapsayan bir konuda tez yazarak, kamu yönetimi ve siyaset bilimi bölümünde tamamladım.

Bu süreçte ise dediğim gibi tarihe hep ilgi duydum. Bu ilgi 2019-20 dönemine kadar yani master tezimi yazana kadar amatörce, duygusal bir halde ilerledi. Bu da sonuçta beni tarihi hikâyelere, zevklere ve aşklara yakınlaştırdı. Bu yöne kayan okumalarım oldu, buradan kaynaklanarak da zevklerim gelişti. Sonuçta da bu roman ortaya çıktı. Bu noktada ise belirtmeliyim ki, profesyonel tarihçiliğe daha önce girseydim, yani tarihi ilk olarak duygulardan azade okumaya başlasaydım bu roman daha zor ortaya çıkardı. İşte bu nedenle de eğitim hayatımdaki atlamalı yol, beni bu esere çıkarttı diyebilirim. Tarihi roman ne verir sorusunun cevabı ise çeşitli. Sanırım ilkin duygularla ilgilidir demeliyim. Yoksa amaç bilimsel bilgi vermek değil zaten.

Bu cevabınızdan hareketle; profesyonel tarihçilik neden bu romanın çıkmasını zora sokardı?

Profesyonel tarihçilik temelde birincil kaynak dediğimiz belge ve diğer tarihi kanıtların bilimsel metotlarla incelenmesi, bilimsel teorilerle sentezlenmesi ve sonuçların sunulmasıyla ilgilenir. Tarihçi için kanıtlarla ilerleyemediği alanda mesele biter. Ancak varsayım sunabilir. Örneğin biz bugün belgelerle, klasik dönemde Osmanlı’ya istihbarat akışını görebiliyoruz ama bize aynı belgeler bu istihbaratçıların gizli tekniklerini, aralarındaki ilişkileri göstermiyor. Profesyonel tarihçi buralara net biçimde giremez. Ancak varsayımda bulunur ve der ki; bu istihbaratçılar muhakkak o döneme özgü bir iletişimdedir ve örgütlere sahiptir. Ama bu örgütler nedir, içerik nasıldır? Bunları sunamaz. Varsayım buralara ulaşamaz. Halbuki tarihe duygularla, macerayla bakarsak alanımız bilimin dışına çıkıp, eğlenceye, zevke, aşka gelmiş olur. Burada yazar hürdür. Fakat tarihe hep kaynak üzerinden bakan kişi yani tarihçi için de bu kaynakları bırakıp tarihe bakmak zorlaşır. Bunu çoğu tarihçinin roman yazma denemelerinde görürüz. Kıdemli bir profesyonel tarihçi olup da iyi tarihi roman yazabilen, yani belgeyi bir kurgu yaratabilmek için kenara bırakabilen az kişi var.

Bu azlığı neye bağlıyorsunuz. İlaveten profesyonel tarihçi camiasında belge bu denli önemliyse, kurgu yaratmak için bile olsa kaynağı bir kenara bırakmak sıkıntı yaratmıyor mu?

Şahsen azlığın nedeni eğitim sistemimiz. Şöyle ki; bizim eğitimimiz sürekli ezberci metotlarla ilerleyen bir üniversite öncesi ve hatta lisans düzeyi eğitim ön görüyor. Bu da bizim bilim camiamıza girecek genç beyinlerin teori geliştirme, yenilik katma, bilgi sentezleme, yani bilimsel üretime geniş bakma ihtimalini daraltıyor. Çünkü dediğim gibi sürekli ezbercilik ile pişiriliyor beyinler.

Aslında temel sorun da ezberci eğitimin sonucunda oluşan felsefe eksikliği. Nitekim felsefe; evreni dolayısıyla bilgiyi kavrama-anlama uğraşısıdır değil mi… Felsefi düşünmek ve sonuçta bu yönde okuru düşündürmek, yeni bakış açıları, yeni soru ve cevaplar için yüreklendirmek de sonuçta bir roman, hikâye ve bilimsel eserin buluştuğu yerdir. Başka bir ifadeyle iyi bir tarihi roman ile iyi bir tarihi eser farklı yollardan aynı şeyi amaçlar; okura tarihi dönemi düşündürmek, bu düşünme üzerinden bugününü ve kendisini düşünmesini sağlamak, kendi zihninde yeni şimşekler çaktırmak.

Ama burada bir not düşmeliyim. Elbette tarihçiler bu konulara farklı bakabilir. Benim takip ettiğim ekol ise bunu söyler. Bir insan akademik çalışması ile kurgu eserinin yazımını, anlattıklarını ayırabilmelidir. İkisi de ayrı şeyler. Fakat dediğim gibi felsefi hedeflerde de bu ikisi buluşur.

Takip ettiğim ekol dediniz. Bu ekol, sizin bu romanı yazmanızda da vesile oldu mu? Bu ekolden tarihi roman yazan tarihçi örnekleri verebilir misiniz, size de ilham olduysa.

Kesinlikle oldu. Ben kendimi ülkemizde Halil İnalcık çizgisine yakın görüyorum. Henüz buna ekol deniyor mu bilmiyorum ama denilebilir de. Bu ekolün dünyadaki başlangıcı ise Annales’tir. Annales ekolü tarihe çok disiplinli bakmayı, belgeleri tetkik ederken, coğrafya, psikoloji gibi etmenleri de dikkate almayı salık veriyor. Bu da tarihçinin zihnini, geniş bir bilgi yelpazesine açmak zorunda olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla iyi bir Annales tarihçisi aynı zamanda felsefeye de yakın ve yatkın olmalıdır. Felsefi düşünceyi içselleştirmelidir. Yukarıda belirttiğim gibi, roman yazmak da aslında bir felsefi dert meselesidir. Bu minvalde de Annales ekolüne yakınlığım benim tarihi bir roman yazmama kapı aralamıştır. Kim bilir 2005 yılında üniversiteye gittiğim Denizli’den, İzmir’e evime dönerken okuduğum İlber Ortaylı’nın popüler tarzda yazılmış Osmanlı tarihi kitapları, Oğuz Müteferrika’nın oluşumuna kapı aralamıştır.

Bu noktada ise iki ismi anmalıyım. İlki, büyük düşünür ve tarihçi Umberto Eco. Eco, iyi bir tarihçi ve filozoftur. Ayrıca iyi bir roman yazarıdır. Cüneyt Kanat’ın bir kitabında değindiği ve benim de makalemde kullandığım üzere ünlü İtalyan yazarın romanlarında ustalıkla tarihi belge ile bilemediğimiz meseleleri kurgulaması ve buradan hareketle okura yeni düşünsel kapılar açması meselesi benim hep ilgi ve takdirimi üzerine çekmiştir. Oğuz Müteferrika bu yolda atılmış alçak gönüllü bir adım olabilir. Ayrıca şahsen tanıdığım, derslerime de girmiş olan Erkan Göksu Hocamı da anmalıyım. Erkan Hoca, başarılı bir Orta Çağ tarihçisi ve iyi bir tarih romanı yazarı. Onun romanlarının içinde ve konuşmalarında değindiği husus bence çok önemli. Mealen diyor ki; tarihi romanda belgeye bağlı olmak zorunda değiliz, kişiler ve yerler de değiştirilebilir. Ama iyi bir tarihi romanın ana hedefi, ilgili dönemin ruhunu aktarmasıdır. Kişiler olaylar değişebilir, ama romanın konusunu oluşturan tarihi dönemin ruhu, kurgu içinde olmalıdır. Okur, o dönemin ruhunu içinde hissetmeli, özdeşleştiği karakterle maceraya atılırken, çağdaş zamandan uzaklaşmalı, o dönemde olmalıdır. Ben de bunu amaçladığımı söylemeliyim.

Siz dönemin ruhunu vermek için nasıl bir yol izlediniz? İlaveten, eserde genel bir teknik kullandınız mı? Bu sorular üzerinden biraz kitaptan bahseder misiniz?

Oğuz Müteferrika, Oğuz adındaki ana karakterimizin esaret altına düşmesi ile başlıyor. Sonuçta ise müteferrika oluşu ile ilk kitap bitiyor. Esasen okur merakla isterse, ikinci kitabını çıkarma projem var. Müteferrika bir nevi padişahın yaveri demektir. Örneğin meşhur İbrahim Müteferrika böyle biriydi. Oğuz da padişahın özel adamı oluyor. Roman ise esaret ile müteferrika olma arasındaki olayları konu alıyor. Bu kurguyu bina ederken alışılmış bir tarz olan ‘kahramanın yolculuğu’ tekniğini kullanmadım. Aslında yeni bir algının geliştiğini görüyorum, oraya yaklaşmaya çalıştım. Bu algı, bilgisayar oyunları diye ülkemizde yaşı ileri kuşakların bir kenara attığı ama dünyada önemli bir kurgu anlatma biçimini ortaya koyan yapıdan ilham aldı. Buna frp olarak bilinen kurgusal rol yapma oyunlarında da şahit olmuştuk, çok eski dönemlerde. Ben de eski bir frp oyuncusu hatta teknik bir terim olacak ama dm’yim. Bu arka planım beni adım adım ilerlemeli ve tecrübeye bağlı olarak tekâmül edilen bir roman yazmaya itti.

Dönemin algısını da vermeye dikkat ettim. Örneğin uzak mesafeleri aşmanın zorluğunu anlatmaya çalıştım. Mesafe aşma olayı tarihi yapımlarda bazen es geçilir. Ama dönem insanını oldukça etkileyen bir şeydir. İlaveten kitap Malta açıklarından Batı Akdeniz limanlarına ve oradan Irak’ın derin noktalarına yayılan bir haritada geçiyor. Merkez ise İstanbul. Merkezin İstanbul olması da dönemin emperyal merkeziyetçi ruhuyla ilgili. Bu ise sadece romandan bir örnek, tüccar ile iç içe geçen casus şebekelerinden ya da dönemin sufi ruhundan bahsetmiyorum uzatmamak için.

Biz yine de sufi ruhtan bahsetmenizi istesek…

Oğuz Müteferrika Osmanlı klasik çağının zirve dönemlerinden birinde, 2. Selim ve 3. Murat döneminde geçiyor. Bu dönemde Osmanlı toplumuna, özelde de Türk toplumunda sufizm ve bunla bağlı tarikatlar etkin. Bu tarikatlardan Bektaşilik ise Marmara ile Ege, İstanbul çevresi ve Balkanlar gibi Batı Türk diyarlarında yaygın. Ayrıca İstanbul’da sufizm ile içli dışlı olan ama nihayetinde sufilerden ayrılan felsefi ekoller var. İşrakilik mesela, bunların başındadır.

Romanda bu tarihi dokuyu vermeye dikkat ettim. Yeni-platonist öğeler taşıyan Farabi felsefesine değindim. Oğuz’un tekâmül ettiği dünyayı, Osmanlı’nın ruhuna da uygun olarak bu atmosferde yoğurmaya çaba sarf ettim.

Oğuz Müteferrika için tekâmül konusunun önemli olduğunu belirtiyorsunuz. Esasen kişisel gelişim kitapları ile bu mesele sıklıkla dile getiriliyor. Sizin romanınızın kapağı da ışığa yürüyen bir adam içeriyor. Kişisel gelişime göz kırpıyor gibi geliyor. Neler dersiniz?

Piyasada yer bulduğu haliyle kişisel gelişim, bilimsel planda eleştirilir aslında. Zira birbirine karşıt iki düzlemle önermelerini kurar. Örneğin çok çalışırsanız kazanırsınız der, bu net bir kesinliktir. Sonra kazanamazsanız demek ki yeteri kadar istemediniz der, kişisel gelişim önermeleri. Sonra da evrenden istemeyi bilmelisin der. Sonra da evren doğrusu verir der. Hangisi? Liberal-modern bir tavırla çok çalışmanın kutsanması mı yoksa kaderci ve tanrıya kendini bırakmış bir düşünce ile evren verir ve o bilir mi denmelidir… Ben romanda bunlar yerine net bir felsefi düstur ortaya koymaya çalıştım. Oğuz’un yolu, tevekkül ile evrenin işleyişine, yani tanrıya kendisini bırakan bireyin, azimle en iyisini yapmaya çalışarak hayatta ilerlemesidir. Çok para kazanmak vs. önemli değildir. Önemli olan yolda olmaya devam edebilmektir. Umarım okur romandan, bu ifademi hissedebilir.

Sizin daha önceden hikâye kitapları yazdığınızı da biliyoruz. Şimdi bir roman ve ayrıca akademik yazılar ile fikir yazıları… Bu farklı türler içinde hangisi sizi daha çok tatmin etti.

Bu bir babaya hangi çocuk daha iyi demek gibi (gülüyoruz…). Hepsi benim kalemimden çıkıyor. Ayrı bir haz veriyor ve bir parça taşıyor. Aslında hepsinin amacı felsefi düzlemde benzer ama hitap şekilleri ve dolayısıyla seslendikleri kitleler farklı. Örneğin gazete yazısında fikri bir derdi, bağlama çok yoğun girmeden ve kanıtlar sunmadan verirsiniz. Akademik eser ise doğası gereği tam tersidir. Kanıtların sunumu, önce yapılan çalışmalarla oluşan birikimin tasnifi gibi teknik dertleri de vardır. Bağlam geniş halde verilir.  Roman ve hikâye de bambaşkadır. Bunlar; aşka, sevdaya, özleme dair çoğu şeyi içerdiği gibi, intikam, öfke ve zafer gibi sert meseleleri de kapsar. Ana dert, duygulardır. O yönden derdini aktarmaya çalışır. Akademik ve fikir yazıları ise görece duygudan azadedir.

Peki, roman mı hikâye mi?

Ben açıkçası roman derim. Çünkü roman kalemimi, hissiyatımda özgür kılıyor. Hikâye daha dar bir alanda daha net bir olayı tarif etme gerekliliğini verirken, roman geniş bir diyar sunuyor. İlaveten çok yönlü olay örgülerine izin vermesiyle de Oğuz Müteferrika’yı inşa ederken takip ettiğim kurgu sistemine de daha çok izin veriyor roman. Ben roman diyorum.

Peki, her yazarın bir çalışma tekniği vardır. Son iki sorumdan birisi bu olsun., sizinki nasıl?

Roman ve hikâye yazma şeklimden bahsedeyim. Ben hikâyeyi bir oturuşta yazarım. Sonra dönüp durur ve düzeltmelerle gerekli çıkarma ve eklemeleri yaparım. Yazdığım hikayeler hep kısa hikâye türünde olduğu için bir oturuşta iskelet çıkar. Aslında ilham işidir benim için hikâye.

Roman yazmam ise uzun sürece yayılır. Elbette başta ilham vardır ama sonrası disiplindir. Her gün belli bir disiplinle yazarım. Mesela derim ki her gün iki sayfa yazacağım. Belki hafta sonu beş yazarım derim. Ne dersem sadık kalırım en az bir ay gider böyle. Sonra yoğunluğa göre günlük hedeflerimi yenilerim.

Roman yazmak hayat yaşamak gibidir. Hayatta disiplin başarı için çok önemlidir. Romanı yazıp okura teslim etmek de yazarın başarısı olduğuna göre, burada da disiplin bize önemini gösteriyor, en azından benim örneğimde.

 Ve son sorum; neden roman, daha genel olarak kurgu eser yazıyorsunuz? Yazmak size ne katıyor, neden başladınız?

Ben yazmaya lise çağlarımda başladım. İlk yazılarım futbolla alakalı fikir yazılarıydı. O zamanlar futbolu çok severdim. Yaşar Aksoy’a gösterir ve üzerinde eksiklerimi not alırdım. Hâlâ o ilk yazımı saklarım. Sonrasında üniversitede ödevlerimizi yazdım. İki akademik bildirimi kaleme aldım. Sonrasında gazetelerde, dergilerde yazdım. Bunlar sürerken ise ilk roman denemelerim ve hikâye kitaplarım ile yola devam ettim.

Yazılarıma başladığım tür fikir yazısı idi. Ama kurgunun dünyası hep farklı. Duygulara daha açık. Ben de dışa dönük duygusal bir tipe sahibim. Hatta MBTI profillemesine göre ENFJ’yim. İsteyenler araştırıp öğrenebilir. Bu tipim gereği duygu paylaşımı benim için çok önemlidir. Dünya böyle döner benim için. İşte burada kurgu eser yazmak benim ruhumun gıdası, çünkü duygu paylaşıyorum, yazdığım kurgu eserler ile. Kimisi müzik çalar, kimisi heykel yapar, kimisi dans eder, ben en çok yazarak besleniyorum. Eskilerinin deyimiyle fıtrattan geliyor yazma arzusu. Bu nedenle de içten gelen bir tetikleme ile başladım yazmaya. Elbette bu tetiklemeyi arttıran özel, iş ve okul yaşamına dair şeyler de olmuştu ilk roman denememi kaleme alırken. Ama sonuçta kendi içine beni çekti bu büyülü dünya. Böylelikle de hali hazırda bilgi ve fikri paylaşımlarımı profesyonelce akademik ve gazete yazılarım ile sunmaya çalışırken, duyguları, aşkları romanlar ile süsleme hedefim devam ediyor.

Editör: Haber Merkezi