Bugün “tam kapanmadan kademeli normalleşmeye” geçiyoruz. Nereden nereye geçtiğimizi çok anlayamasak da; salgının başından bu yana açıkça yönetilemediğini, hatta yönetilmediğini düşünüyoruz. Pek çok sivil toplum örgütü, yerel yönetimler ve yurttaşlar sayısız dayanışma faaliyetine imza attı, milyonlarca hayata dokundu. Halen de dayanışma çalışmaları sürüyor. Fakat asıl işi halkını korumak ve kollamak olan devletli iktidarın, halkı yoksullaşmaya ve yalnızlaşmaya terk ettiğini de öfke ve üzüntüyle izliyoruz. Hakkımızı helal etmiyoruz…

Salgın yönetilemedikçe başta sağlık olmak üzere pek çok alanı etkileyen bir toplumsal kriz halini alıyor; biz “bitsin artık” dedikçe derinleşiyor. Kaç kişinin işsiz kaldığını bilmiyoruz, kaç kişinin sağlığının tehlike altında olduğunu bilmiyoruz, kaç kişinin gece yatağa aç girdiğini bilmiyoruz; salgının yarattığı hasarı bilmiyoruz.

Eğer devletli iktidar, devletin olanaklarını halktan yana değil de yandaş şirketlerden ve saraydan yana kullanmaya devam edecekse; devletin olanaklarını yeniden halkla buluşturacağımız güne kadar kendi başımızın çaresine bakmak zorundayız. Eğer merkezi temsil düzeyinde yani Ankara’da çare bulamıyorsak; yerel temsil düzeyinde, kentlerde kendi çaremizi hep birlikte üretmek, yaratmak zorundayız.

Elbette devletin olanaklarının temel kaynağı olduğumuzu unutmadan, biz ürettikçe devletin devlet olabildiğini akılda tutarak, yurttaşlık haklarımızı talep etmeye devam edelim. Ama böyle bir kriz ortamında bile kendi bakanlığını dolandıranların iktidarından medet ummayalım. Meşru ve yasal iktidar organı olan yerel yönetimleri, devlet olanaklarının dışına itilmiş herkesi kapsayan yeni toplumsal ittifaklarının merkezi haline getirelim.

Hali hazırda başta İzmir, İstanbul ve Ankara olmak üzere pek çok büyükşehir belediyesi ve ilçe belediyesi olanakları ölçeğinde yardım ve dayanışma faaliyetlerini sürdürüyor. Yerel yönetimler dayanışma ve yardım merkezleri gibi çalışıyor; devlet yokmuş gibi…

Olağanüstü koşullarda insanların yaralarına merhem olacak çabalar çok değerli elbette fakat asla yeterli değil. Hem sorunların kaynağına uzanmadığı için değil, hem de olağanüstü koşulların olağanlaştığı bir krizler sarmalına sürüklendiğimiz için değil.

Mademki artık Türkiye’de devlet olanaklarını eline geçirmiş saray iktidarının hiçbir çözüm üretemeyeceğine ülkece ikna olduk ve mademki saraydan çıkan her buyruk kriz sarmalını derinleştiriyor, artık yaşam alanlarımızda çözüm siyasetini birlik ve dayanışmayla üretmenin zamanı gelmiştir. Saray iktidarı Türkiye’nin yargı ve yasama organlarını by-pass etmişse, kentler ve yerel iktidarlar birlik, dayanışma ve çözümün yeni merkezleri haline gelmelidir.

Türkiye’nin salgın sarmalında derinleşen toplumsal krizden çıkışının ilk adımı, kentlerde hasar tespit çalışması olmalıdır. İstatistiklerden ibaret bir hasar raporu değil elbette, sokağa çıkabildiğimiz ilk an sokaklarını, parklarını, ekmeğini paylaştığımız insanlara gitmeliyiz, halini sormalıyız, gözünün içine bakmalıyız. Her kent yönetiminin, “salgın sarmalında kentin durumu” raporunu hem ayrıntılı verileriyle hem de yurttaşlarına değerek oluşturması gerekiyor. Sonrası sorun ve ihtiyaçlar raporunu, kentin siyasal ve sivil odaklarıyla birlikte ama en çok da yurttaşlarla, bir dayanışma ve çözüm planına dönüştürebilmek. Kent iktidarını, devlet olanaklarından dışlanan herkese söz ve karar hakkı tanıyarak genişletmek dünyanın en meşru ve en etkili çözüm yöntemidir herhalde. Birlikte üretmek, birlikte yönetmek; tek bir adamın kararlarıyla krizden krize sürüklenen bir ülkede en çok özlenen ve arzulanan şeyi olsa gerek…

Her ne kadar salgın ve siyasi kutuplaşmadan çokça etkilenseler de 2019’da seçilen belediye yönetimleri Türkiye’nin en şanslı seçilmişleri olabilirler. Eğer halka sundukları fikir ve hizmetleri hayata geçirmek için seçilmişlerse, sonsuz olanakları sunan bir dönemde yerel iktidarlara geldiler.

Daha önce pek mümkün olmayacak kadar insanı dayanışma ve yardımlaşma organizasyonlarının parçası yapabilir, kentlerine toplumsal çözüm hareketlerinin önderliğini yapabilirler.

Günlük yardım ve dayanışma faaliyetinin ötesinde dayanışma ekonomilerini belediyelerin olanaklarının da katkısıyla örgütleyebilir, koca koca devletlerin çözemedikleri işsizliğe çare olabilirler.

Kırsal ve kentsel alanlarda küçük bütçeli tarım ve gıda stratejileriyle, Türkiye’nin sürüklendiği tarım ve gıda krizine yaşayan alternatifler üretebilir, kentin sofrasını sağlıklı ve doğal yollardan büyütebilirler.

Daha pek çok şeyi sıralayabilir, ayrıntılandırabiliriz; konuşmaya, derinleşmeye devam edeceğiz de zaten…

Ama önce hasar tespiti; “salgın sarmalında kentin durumu” saptanmalı, sorunlara yönelik çözüm planları kentin siyasal ve sivil aktörleriyle ama en çok da tekil yurttaşlarla üretilmeli ve hayata geçirilmeli.

Mademki hepimiz bir şekilde devlet olanaklarının ve devlet yönetiminin dışına itildik, o zaman biz de kentlerin yerel yönetimlerinde herkesi kapsayan, herkese söz ve karar hakkı tanıyan bir çözüm yolunu açarız; halk için, halkla birlikte yürümek için…