Yan apartmanın önünde davul zurna çalan müzisyenlere omuz titretip oturduğun yerde sallanarak görünmez destekler verdikten sonra, merdivenlerden inen hiç tanımadığın, adını bile bilmediğin gelini görür görmez gözlerinde yaş, kalbinde mutluluk duaları beliriveriyorsa… Yaşlanmanın ayak seslerinden biridir bu. Sebepli sebepsiz gözlerinin nemlenip dudaklarının titremesi…

Ama zaten sen biliyorsundur bunu, daha geçen gün su sebilinin üstüne serdiğin kenarları oyalı örtü, ‘gençken annenle dalganı geçerdin ha?’ diye göz kırpmıştır sana da alaycı. Hanidir onun, bir kulağından girip ötekinden çıkmış yoksulluk hikayelerini, tasarrufun ne kadar elzem olduğunu anlattığı yaşanmış örnekleri ancak şimdi birebir uygularken de sessizce geçiveriyorsundur geçmişe. Ev halkını uyaran bu kez sensen, ne kadar çok büyüdüğün ortada değil mi? Ve ısrarla ‘yaşlandım’ sözünden kaçman da yaşlandığının…

***

‘Çağın kıraathanesi’ sosyal medya da aynan senin. Herkes eskiyi özlüyor, geçmişte yaşadıklarını, yaşananları. Kim bilir kaç kez ‘sepet kafalı’ dediği politikacıları bile. Asfaltsız sokağın çamurunu, leblebi tozunu, sobada közlenen kestaneyi,  burun kıvırdığı bayramları, pençeden kaba birer postala dönüşmüş ayakkabılarını hatta. ‘Eller gider aya, biz gideriz yaya’nın mottomuz olduğu 70’lerden başlayıp, 80’leri, 90’ları. O yılların popuyla derin iç çekmeleri, hüzünlü gülümsemeleri…

Kaç zamandır gençler kullanıyor benzerini, ‘Eller Mars’a, biz Kars’a” diyerek. Onların gidebilecekleri bir geçmiş de yok. Vasatlığı geçtik pespayeliğin şaşasının yaşandığı, ideallerin çöktüğü dönemlere denk geldiler garipler. Zamanın nereye evrileceği de alabildiğine belirsiz ve karanlık, ürkütücü üstelik…

***

"İnsan kendine acımaya görsün, dünyanın merkezinde olduğunu sanmaya başlıyor. Dünya girdaplardan oluşmuş oysa; herkes kendi girdabında, hortumunda, kuyusunda, bataklığında, balçığında" diyor yazar Behçet Çelik. Edebiyatın şefkatli, bilge sularına kaçtığında daha iyi anlıyor, görüyorsun bunu; dertlerin ve dertlenenlerin evrenselliğini, tekrarını…

"Aslında trajik bir çağ bizimkisi, bu yüzden onu trajik olarak görmeyi reddediyoruz. Büyük tufan kopmuş, yıkıntıların arasındayız şimdi, yeni yeni küçük yaşam alanları kurmaya, küçük küçük umutlar beslemeye başladık. Doğrusu zor iş; geleceğe uzanan düz bir yol yok şimdi, bunun yerine bir çember çiziyoruz ya da düşe kalka ilerliyoruz. Dünya başımıza yıkılmış olsa da yaşamak zorundayız."  Kim der ki bu satırların yazarı 1885 doğumlu İngiliz yazar D.H. Lawrence?

"Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü. Hem akıl çağıydı hem aptallık. Hem inanç devriydi hem de kuşku. Aydınlık mevsimiydi, karanlık mevsimiydi. Hem umut baharı hem de umutsuzluk kışıydı. Hem her şeyimiz vardı hem hiçbir şeyimiz yoktu. Hepimiz ya doğruca cennete gidecektik ya da tam öteki yana.” Charles Dickens'ın 1859 ‘da gazetelerde tefrika edilmek üzere yazdığı, konusu Fransız Devrimi esnasında ve öncesinde Paris ve Londra'da geçen İki Şehrin Hikayesi’ni alıp bugüne koysan, kimse demez ki ‘bu ne’ diye...

Bir asır evvel, Madenci'de şöyle yazıyor Natsume Soseki: "İşin kötü tarafı, yürümekte olduğum bu yol ne aydınlığa kavuşuyor ne de karanlığa gömülüyor. Her daim yarı karanlık yarı aydınlık vaziyette, çözümsüz kaygılarımın ortasında bir yerde duruyor. Yaşama amacım yoksa da nokta koyamıyorum. Hiç kimsenin olmadığı bir yere gidip tek başıma yaşamak istiyorum." Ne kadar tanıdık değil mi, bir asır evvel yazılan bu sözler de…

Ve sırada daha da öncesi..

“Akılla bir konuşmam oldu dün gece / Sana soracaklarım var dedim. / Sen ki her bilginin temelisin, / Bana yol göstermelisin. / Yaşamaktan bezdim, ne yapsam? / Birkaç yıl daha katlan dedi. / Nedir dedim bu yaşamak? / Bir düş, dedi; birkaç görüntü. / Evi barkı olmak nedir dedim; / Biraz keyfetmek için / Yıllar yılı dert çekmek dedi. / Bu zorbalar ne biçim adamlar dedim; / Kurt, köpek, çakal makal dedi. / Ne dersin bu adamlara, dedim; / Yüreksizler, kafasızlar, soysuzlar dedi. / Benim bu deli gönlüm, dedim; / Ne zaman akıllanacak? / Biraz daha kulağı burkulunca dedi. / Hayyam'ın bu sözlerine ne dersin dedim: / Dizmiş alt alta sözleri, / Hoşbeş etmiş derim, dedi.”

Temel felsefesi hayatın geçiciliği, ölümün hakikati, yaşanan ânın kıymeti olan Ömer Hayyam’ın şiiri bu. Bin yıl önce değil de sanki bugün yazılmış gibi.

‘Tamam da şimdi bir de Corona var tüy diken’ mi demiştiniz? O zaman “insanlığın salgın ipini tarihin yumağından çekerken, adeta sır perdesi kalkan büyük resmi, en ince ayrıntılarına kadar gösterdiği Senin Adın Corona Olsun”a bakalım. Hayaller ve hayal kırıklıkları, korku ve cesaret, iyi ve kötü, çaresizlik ve umut, teslimiyet ve mücadele ile dolu hayatları, ustalıkla bir araya getiren gazeteci yazar Umur Talu’nun birbirini kovalayan, birbirine geçen öykülerine… Yedi büyük kolera salgınının yaşandığı uygarlık tarihimize, tarihteki en büyük felaketlerden biri olarak kayda geçen İspanyol Gribi’nden dünya genelinde 50 ile 100 milyon arasında sağlıklı insanın ölümüne…

‘Tuhaf zamanlara denk gelenlerin’ sadece bizler olmadığımızı; bu sayının birinci ve ikinci dünya savaşlarında ölen insan sayısının toplamından kat be kat daha fazla olduğunu hatırlayalım.

***

Dünya tarihi boyunca bitmek bilmeyen salgınların, bitmeyecek acıların, kıyımların, savaşların, cinayetlerin, tecavüzlerin, insanlar var oldukça asla bitmeyeceğini gösteriyor yazılı metinler, edebiyatın, sanatın her türü… Daha iyi bir dünya ve gelecek için mücadelenin de bitmeyeceğini. Bunca hor kullandığımız gezegenimizin ömrü yetene dek..

Hayyam söylesin son sözü yine bin yıl öncesinden “Bir Çöl Yağmuru Ömrümüz”den, bugün gibi:

“Çevrene bak: Tasalar, dertler ve umutsuzluklar! En iyi dostların nerdeler? Tek arkadaşın hüzün! Başını kaldır uzat elini. Dilediğini ulaşabildiğini bırakma! Geçmiş, gömmek zorunda olduğun bir ölüdür şimdi!”

***

(Özelden sosyal medyadan, telefonla, mesajlarla, yorumlarla sarıp sarmaladınız beni, ilk yazıyı. Hepsine karşılık vermeye çalıştım ama ola ki yorumların arasında görmediğim, teşekkür etmediğim de vardır diye, hepinizi birden kucaklayayım buradan bir daha. Bir yandan edebiyatla hemhal olup kendimize bakarken, kentimize de bakacağız elbet ilerleyen yazılarda-röportajlarda notunu da kayda geçerek...)