90’ların ortaokul zamanlarıma denk gelen yıllarıydı. Çocukluğumun geçtiği kent şimdilerde koskoca bir işçi şehri olsa da o zamanlarda kasabadan hallice bir görünüme sahipti. Henüz terk ettiğimiz ilkokul sıralarında her birimize yarenlik eden ders kitaplarının en arka sayfasında yer alan haritanın en görkemli parçası olan Sovyetler’in yıkılışının üzerinden çok zaman geçmemişti. Koca bir dünya biz henüz farkında olmasak da değişmeye, kent eşrafının önde gelenleri iktidarlarının kudretiyle şehrin sağına soluna çökmeye yeni yeni başlamıştı o zamanlar. Olup bitenler bizim çocukluk aklımızın alamayacağı kadar karmaşık olduğundan, gittiğimiz okulda babalarımızın zamanından kalma nefretleriyle, intikamını bizlerden alırcasına ayrıma maruz kalmamıza sebep olan okul idarecilerinden başka bir derdimiz olmuyordu açıkçası. Öylesine kötüydüler anlayacağınız, her koltukta ahbapları, “dava arkadaşları” oturuyordu. Her biri gözle görülür bir şekilde zenginleşiyordu. Her kapı onlara kolaylıkla açılıyordu.

Bir kısmı Özal zenginleri olarak da anılan böylesi bir tabakanın her alanda hükmünü sürdüğü kentin ara sokaklarından birinde seyyar bir işporta tezgahında kitap ve kaset satılırdı o sıralar. Öyle kitabevi falan yok yani. Biriktirdiğimiz harçlıklarla Ahmet Kaya kasetleri aldığımız yıllar. Buna ısrarla izini sürüp bulduğumuz yasaklı kasetleri de dahil. Kaç kez okuduğumu hatırlamadığım, o yıllardaki yerel isyanımızın esin kaynaklarından birisi olan Nihat Behram’ın “Dar Ağacında Üç Fidan” kitabını da o seyyar tezgâhtan almıştım. O kitabı kaç arkadaşı karşımıza oturtup, her biriyle ayrı ayrı okuduk kim bilir?   Hemen her gün kitabın son bölümünde altlarında küçük açıklamalarıyla yer alan fotoğraf bölümüne tekrar tekrar göz gezdirirdik. O sıralar içinde yazanların birçoğunu anlamadığımız o kitap, akıp giden zamanla geçen birkaç yılın ardından her birimiz için daha anlaşılır ve üzerimizde daha fazla etki bırakan, bir yandan da bizleri daha farklı şeyler okumaya da zorlayan bir niteliğe kavuşuyordu.

Zaman bizleri bir yerlere sürüklerken Denizi, Yusuf’u, Hüseyin’i birçok yaşıtımız gibi o kitapla tanımış olduk. Sonrasında ise tanımanın anlamaya, anlamanın ise mücadele etmeye evrilmesinin zorunluluğuna ikna ettik kendimizi. O yıllarda ilk kez duyduğumuz “Deniz olunmalı” sloganının coşkusunun peşine takıldık doğal olarak. Bu yazının İz Gazete’de yayınlandığı gün, onların idam edilişlerinin üzerinden 49 yıl geçmiş olacak. 49 yıl önce bir bahar sabahının ilk ışıklarını kendi karanlıklarında boğmak isteyenler; inançla ve umutla, inatla ve cesaretle mücadeleye atılan ve bir an olsun geri adım atmayan, tereddüt etmeyen üç devrimcinin karşısında sonsuz bir karanlığa mahkûm edildiler aslında.

Bugün onları; geleceksizliğe mahkûm edilen gençlerin, alın teri gasp edilen emekçilerin, yaşamak için her an mücadele eden kadınların, ağacını, ormanını, deresini savunmak için iş makinelerinin önüne yatan Karadenizli köylülerin, pandemi koşullarında ölümle burun buruna çalışan işçilerin, sağlık çalışanlarının, gerçeklerin izini sürmekten hiç vazgeçmeyen gazetecilerin, özgürlük, barış ve adalet isteyen tüm halkların yarınlara dair umuduyla anacağız. Kendi politik çıkarları uğruna Denizleri oradan oraya çekiştirenlerin ellerine bırakmadan, tam da hak ettikleri gibi.

Ve yağmacıların, talancıların, haramilerin karşısında bir kez daha “Deniz olunmalı” diyeceğiz. Yüksek sesle hem, öyle kısık sesle de değil. Bu düzenin dışında hiçbir umudu olmayan kan emicilerin karşısında onların son sözleri gibi dik başlı olacak sözcüklerimiz. Kalemden kağıda dökülen her kelimede eşitlik ve özgürlük günlerinin hikayesine yeni bir şeyler ekleyeceğiz. Tüm yasaklama girişimlerine rağmen geçtiğimiz günlerde 1 Mayıs’ı ilmek ilmek örülen mücadelenin hayat bulduğu alanların her birinde coşkuyla kutlayan emekçilerin inadı ve inancıyla onların ömrüne ömür katacağız.  49 yıl önce emperyalizmi kendilerine kıble yapanların karşısında bir an olsun boyun eğmeyen, aşağıya bakmayan, aman dilemeyen Denizlerin bizlere bıraktığı miras; müteahhit ekonomisinin kendilerine sunduğu sonsuz sefanın içerisinde gününü gün eden bugünün yağmacılarını, yeminli Amerikancılarını, en tatlı rüyalarından elbet bir gün uyandıracak. Ve onların rüyalarını bölecek olan fırtına yerini güneşli bahar sabahlarının ılık rüzgarlarına bıraktığında zaman artık eşitliği, özgürlüğü ve adaleti gösteriyor olacak.