- Bugün gazeteciliğe başlamanızın üzerinden tam 70 yıl geçti. Kapıdan içeri nasıl girdiniz, anlatır mısınız?

Kapı, Ankara’da o zamanki Ulus gazetesinin kapısıydı. Ankara’da başlıca üç sabah gazetesi vardı. Ve her biri, o günkü üç siyasi partiden birinin sözcüsüydü. 

Biri “Zafer”di. 14 Mayıs 1950’de iktidara gelmiş olan Demokrat Parti’yi savunuyordu. Yayın hayatına Demokrat Parti’nin muhalefet döneminde girmişti. 19 Mayıs 1950’den sonra ise artık “iktidar gazetesi”ydi.

Ulus da eski iktidar gazetesiyken artık anamuhalefet partisinin gazetesiydi. Bir de, o zamanın ikinci muhalefet partisi olan Millet Partisi’nin destekçisi “Kudret” gazetesi vardı. Ankara gazeteleri deyip geçmeyelim. Gazeteciliğin merkezi İstanbul’du. Cumhuriyet’ten Hürriyet’e, Milliyet’ten Vatan’a kadar, o zamanki “ana akım” gazetelerin hepsinin yönetim merkezleri ve basımevleri İstanbul’daydı. Ama oradan Ankara’ya gönderilen gazeteler, okurlarına ancak ertesi gün ulaşabiliyordu. Ankaralıların günü gününe gönderilip gazete okumalarının tek yolu, Ankara’da basılıp yayınlanan gazetelerin birini alıp okumaktı. Gazeteleri basıldıkları şehirden başka yerlere günü gününe ulaştırmaya, ne o zamanki iletişim ve baskı olanakları müsaitti, ne de ulaşım imkânları... Bizim evde de, her sabah bayilerin gelip kapı önüne bıraktıkları Ulus gazetesi okunurdu. Yayın hayatına Birinci Meclis zamanında “Hakimiyet-i Milliye” adıyla başlayan gazete, 1934’te “Ulus” adını almıştı. Başlangıçtaki yöneticileri, mesleklerine İstanbul’da başlayıp Ankara’ya gelen kıdemli gazetecilerdi. Gazeteciliğe Ankara’da başlayanların çoğu ise gençti. Meslekteki stajyerlik –o zamanki deyimiyle “çıraklık”– dönemlerini başkentte geçirmişlerdi. Ben de gazeteci olacaksam, bir Ankara gazetesinde olabilirdim.

Gerçi bir de İstanbul gazeteleri için Ankara’da muhabirlik yapan gazeteciler vardı. Ama o Ankara muhabirliği işi, fazla gelişmemişti. Muhabirlerin çoğu, İstanbul gazetelerine haberlerini hazırlamak ve ulaştırmak için, çalışma yeri olarak, kendi evlerini ve telefonlarını kullanıyorlardı. Gazetenin nasıl hazırlandığını ve basıldığını, ancak İstanbul’a gidip gazete merkezine giderlerse görebiliyorlardı. Kısacası, gazeteci olma hedefi olarak, Ulus’u seçmem çok isabetliydi. Ama o hedefe varmam, bunu gazete yönetiminin kabul etmesine bağlıydı. 

- Etti mi?

O işin hikâyesini, anılı kitaplarımda ayrıntılarıyla anlatmıştım. Özeti şuydu: Ulus gazetesinin binası, Ankara’da Ulus Meydanı’ndaki Rüzgarlı Sokak’ın başlangıcındaydı. İki katlı bir binaydı. O işin “istikşafî” (keşif amaçlı) çalışmasını daha önce yapmıştım. Ulus gazetesi, babamın da, özellikle eğitimle ilgili konularda zaman zaman yazdığı bir gazeteydi. Yetkili Yazıişleri Müdürü Münir Berk’ti. Yetki ortadaydı. Derdimi ona gidip anlatmalıydım. 

Ulus’un binası, şehrin o zamanki merkezi sayılan Ulus Meydanı yakınındaki Rüzgârlı Sokak’taydı. Oraya gittim. O zamanki gazete yöneticileri Ulus’a, uzunca bir süre İstanbul gazeteciliği yaptıktan sonra gelmişti. O zamanlar gazete yöneticilerinin özel kalemi, sekreteri falan yok. İsteyen, kapıcıya söyleyip, müdürün kapısını tıklatarak içeriye giriyor. Ben de öyle yaptım. Derdimi anlattım ama, kısa konuştu, sonuç olarak dedi ki: “Şu anda vaziyetimiz müsait değil.” Ben bu sözü “şu anda müsait değil. Ama ileride müsait olabilir” diye yorumladım. Kendisine teşekkür ettim. Müsait olacağı zamanı yoklamak üzere, kendisini daha sonra da ziyaret etmem için izin istedim. Buna “hayır” demedi. Hatta “olur” dedi. Sadece bir kayıt koydu. “Ama hiçbir şey vadedemem.” Bu cevabın içinden, tabii, “vadedemem” sözünü değil, daha önce söylediği “olur” sözcüğünü esas aldım. Ve uyguladım. Münir beyin kapısını daha sonraları belirli aralıklarla birkaç defa daha çaldım ve aynı cevapları aldım.  Sonunda, hem de hiç beklemediğim bir günde, önündeki dahili telefondan gazetenin istihbarat şefini aradı. “Size Altan Öymen beyi gönderiyorum. Genç bir arkadaşımız. Stajyer olarak başlayacak” dedi.

Ve hedefe ulaştım. Gazeteciliğe başladım.

Peki, bu, hangi nedenle böyle oldu? Olacaksa daha önce de olabilirdi. Veya daha önce Münir bey “Yeter artık” diye düşünüp o ziyaretlerimin sürmesini önleyebilirdi. Niçin o kadar uzattı? O soruyu kendisine soramadım. Yanıtını ondan alamadım. Ama o, olaydan çok sonraları benim de yakınım olan bir başkasına şöyle bir yanıt vermiş: “Onda fikr-i takip vardı” demiş.“Fikr-i takip” lafını o vakte kadar duymamıştım. Duysam da anlamamıştım. Anlamını o bilgiyi edindikten sonra öğrendim: Osmanlıca’nın gramerine göre bir tamlama bu. Bugünkü Türkçe’deki karşılığı, “İzleme düşüncesi veya merakı”olabilir... Anlamı da, “Bir işe başladıktan sonra onun arkasını getirmek için istikrarlı bir uğraş vermesi diye...” açıklanabilir. Bunu öğrenmek, tabii, çok hoşuma gitti... Gazetecilikte yol alıp İstanbul’un eski gazetecileriyle tanıştıkça, “fikr-i takip”in evvelce, mesleğe yeni başlayanlara öğretilen en temel ilkelerden biri olduğunu öğrendim. Mesela, muhabirsiniz, izlediğiniz olayla ilgili yeterli bilgiyi edinmek için tüm imkânları sonuna kadar kullanacaksınız. Bıkmayacaksınız. Kapıları tamamen kapatılıncaya kadar açık veya aralık tutmaya çalışacaksınız. Ben de, işte o kuralı bilmesem de, içgüdüsel olarak öyle bir şey yapmışım.

- Gazeteciliğinizin en heyecanlı gününü anımsıyor musunuz? 

Bir düşüneyim ama, galiba şimdi anlattığım o “ilk gün” olmalı... Yani Yazıişleri Müdürüm Münir beyin odasından çıkıp, İstihbarat Şefim İlhan Paniç’in odasına gittiğim gün. Bundan 70 yıl önceki 12 Aralık 1950 günü...

- Peki, en zor gününüz?

Başka zor günlerim de vardır tabii... Ama şimdi aklıma gelen şu: 1958’deki Irak ihtilalini izlemek için Beyrut ve Kahire üzerinden Bağdat’a gittiğim günler... Kızım yeni doğmuştu. Ama o işe gazeteden hemen gidebilecek durumda, yani pasaportu, dövizi cebinde olan başka kimse yoktu. Pasaport ve döviz, bende başka bir gezim için vardı. Onları Irak için kullanabilirdim. Ben gittim. Ve sadece haberleri izlemekle kalmadım. Bir de olayı her cephesiyle anlatan bir yazı dizisi hazırladım. Zorluklar sadece olayları izlemekte, demeçler almakta, izlenimler yazmakta değildi. Asıl sorun, sansür altındaki iletişimden doğan olanaksızlıkları aşmaktı. Bir de iş bittikten sonra, Türkiye’ye dönmek için ulaşım güçlüğü vardı. Uçak seferlerinin çoğu durdurulmuştu. Haberleri, fotoğrafları dönerken birlikte götürmek de, uçuşa devam eden az sayıda uçakta yer bulmaya bağlıydı. Benim gibi olayları yerinde takip eden Milliyet yazarı Turhan Aytül, o yer bulma işini benden önce başarmıştı. Dönüş biletini almıştı. Ben çok uğraşmıştım ama o işi halledememiştim. Türkiye’ye daha önce döndü. İhtilalin lideriyle ayrı ayrı yaptığımız söyleşiyi de benden önce yayınlayabildi. O yüzden sık sık aklıma gelir. Tabii, bugünkü iletişim imkanlarına sahip genç gazetecilerin aklına, artık “haberi iletme” sorunu diye bir sorun gelmesine gerek yok. Her şeyi, her istediğiniz zaman, cebinizdeki telefondan iletebiliyorsunuz. Ama o günün haberleşme olanakları telefon ve telgrafla sınırlıydı, ulaşım olanakları da tarifeli uçaklarla... Hele bir ihtilal döneminde haberleşmedeki sansürü aşmak da kolay değildi, uçaklarda yer bulmak da...

-  Türkiye’nin çok farklı, çok karmaşık dönemlerine şahit oldunuz. Gazeteci, yazar, siyasetçi olarak hep toplumsal olayların içinde yer aldınız. Biraz karşılaştırmalı gidelim isterim. Basın özgürlüğü açısından baktığınızda bugünkü gibi şartların zorlandığı bir dönem hatırlıyor musunuz? 

Türkiye’de demokratik seçimlerle ilk iktidar değişikliğinin gerçekleşmesinden beri, 70 yıl geçti. Benim gazeteciliğimin başlamasından bu yana yani... Bu 70 yıl içinde gazeteci olarak da, tüm vatandaşlar olarak da, çok büyük zorluklarla karşılaştığımız yıllar var. Ama şunu unutmamalı: Demokrasinin kurallarına olabildiğince uygun olarak yaşadığımız dönemler de var. Onlar da hiç az değil. Kronolojik olarak bakalım:

Demokrasiye geçiş yolundaki son pürüzlerin kaldırıldığı yıl 1947 yılıydı. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, o yılın 12 Temmuz’unda CHP’li Başbakan Recep Peker ile Demokrat Parti Genel Başkanı Celal Bayar’la görüşmeler yapmış, ikisini bir araya getirmiş ve demokrasinin tüm koşullarıyla birlikte gerçekleştirildiğinin güvencelerini vermişti. O tarihten sonra da iki parti, yeni seçime gidişin yasalarını birlikte hazırlamıştı. Ve seçim, oybirliğiyle kabul ettikleri o yasalara göre yapılmıştı. 14 Mayıs 1950’deki o seçimi kazanan Demokrat Parti de iktidara geçtikten sonraki iki-üç yıl içinde demokrasi yolundaki o ilerleyişi pekiştiren adımlar atmıştı. O adımlardan biri, yeni basın yasasının çıkarılmasıydı. Demokrat Parti’nin Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Başbakanı Adnan Menderes, bu yasa ile muhalefetteki vaatlerinden birini yerine getiriyorlardı. Basın için, eski yasaya göre daha demokratik bir ortam oluşturuyorlardı. Onun yanında, Demokrat Parti iktidarı, bir de Af Kanunu çıkardı. Siyasi nitelikteki suçlar dahil, belirli suçları işlemiş olanların cezaları kaldırıldı. Yıllardır hapiste olan Nazım Hikmet dahil olmak üzere, bir kısım siyasal hükümlü de cezaevinden çıktı. Aynı dönemde ayrıca, “Basın mesleğinde çalışanlarla çalıştıranlar hakkındaki münasebetleri düzenleyen kanun” adı altındaki bir kanunla, çalışan gazetecilerin sosyal haklarını elde etmesi sağlandı.

Bunlara benzer kanunlar, kararlar ve uygulamalarla, Türkiye’de, basın özgürlüğü başta olmak üzere, demokratik hak ve özgürlüklerin uygulanması yolunda önemli adımlar atıldı. 

- Bu gidiş ne kadar sürdü?

Ne yazık ki uzun sürmedi. 1953 yılının son aylarından itibaren Millet Partisi’ne açılan davalar sonunda, parti kapatıldı. CHP’nin mallarına, o arada Ulus gazetesinin matbaasına, “tek parti zamanında elde edildi” denilerek, kanun çıkarılıp el konuldu ve bütün o mallar Hazine’ye devredildi. 1954 yılına kadar yeni Basın Kanunu’yla bir ölçüde rahatlamış olan basın, 1954’te ilki, 1956’da ikincisi çıkarılan yeni yasalarla ağır hapis ve para cezalarının tehdidi altına sokuldu. Ayrıca, toplantı ve gösteri yürüyüşleri hakkı fiilen ortadan kaldırıldı. Siyasi partilerin radyodan eşit konuşma hakkını kaldıran, seçim ittifakı yapmalarını yasaklayan kanunlar çıkarıldı.

Daha sonra da, malûm, 1960’ın ilkbaharında iktidar partisinin 15 milletvekilinden oluşan bir “Tahkikat Encümeni” kuruldu. Ve o Encümen, muhalefet partilerine ve “bir kısım basın”a karşı “siyaseti yasaklama”, “gazeteleri kapatma”, “toplantıları suç sayma”, “şüpheli gördüklerini tutuklama” gibi yetkilerle donatıldı. Özetle: Demokrasinin en ayrılmaz parçası olan temel hak ve hürriyetler rafa kaldırıldı. Ayrıca, Tahkikat Encümeni düzenine ek olarak bir de “sıkıyönetim” ilan edildi. Muhalefete ve basına karşı yaptırımlar, askeri birliklerin de katkısıyla uygulanmaya başladı. Bütün bu süreç, tabii, 1947-1954 döneminde atılan adımların tam tersiydi. Demokratik bir dönem olarak kabul edilmesi mümkün olmayan bir dönemdi. Bu yüzden olaylar çıktı. Ve ülkede “kardeş kavgası”nı önleme gerekçesiyle bir askeri müdahale yaşandı. O müdahaleye, ister o zamanki adıyla “ihtilal” deyin, ister sonraki adıyla “devrim” veya daha sonraki deyimiyle “darbe”. 

Kardeş kavgasını önlemeye, o da yetmedi. Gerçi bir Kurucu Meclis oluşturularak yeni ve demokratik bir Anayasa hazırlandı ve halkoylamasıyla onaylanıp yürürlüğe girdi. Ama o gelişme devam ederken, çok sayıda idam cezası ile hapis cezasını içeren Yassıada kararlarının bir kısmının Milli Birlik Komitesi’nce onaylanması ve uygulanmasıyla, çok büyük acılar yaşandı ve yeni bir toplumsal kavga potansiyeli ortaya çıktı.

Bunun etkileriyle, yeni seçimler sonrasında iki yeni darbe teşebbüsü yaşandı... Ve yeniden iki idam ve çok sayıda hapis cezası... Ve yeni acılar...

O iki darbe teşebbüsünün de, tabii, tarihimizdeki yeri çok olumsuzdur. Ama bir teselli nedeni aranırsa, şunu belirtmek gerekir: Her iki darbe girişimi de, gerek o sıradaki iki koalisyon hükümetiyle birlikte, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ve Ankara halkının hep birlikte karşı çıkışıyla, birer gün içinde önlenmiştir.

O sıradaki koalisyon hükümetleri de ilginçtir: İkisi de, Türkiye siyasetindeki eski karşıt partilerin bir araya gelmesiyle oluşmuştur. Birinci hükümetin iki partisinden biri, İsmet İnönü’nün başkanlığındaki CHP’ydi. Öteki partisi de kapatılmış olan Demokrat Parti’nin geleneğini sürdüren Adalet Partisi’ydi. Genel Başkanı Ragıp Gümüşpala’ydı. İki partinin bir arada çalışması kolay olmamıştı. Ama sabırla sürdürülen görüşmeler sonunda, İsmet İnönü’nün başbakanlığında kurulması sağlanmış ve göreve başlamıştı. (Gümüşpala hükümete bizzat katılmamış, ama tüm kadrosuyla destek vermişti.) Birinci darbe, o hükümetin yönetiminde kimsenin burnu kanamadan önlenmişti.

Birinci hükümetin daha sonraki bir anlaşmazlık yüzünden bozulması üzerine kurulan ikinci hükümet, üç partiliydi. Ama yapısı, birincisine benziyordu. İnönü gene başbakandı, öteki iki partinin biri, Ekrem Alican’ın başkanlığındaki Yeni Türkiye Partisi’ydi. Öteki, Osman Bölükbaşı’nın genel başkanlığını yaptığı Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’ydi. O iki parti de, Adalet Partisi gibi, Demokrat Parti çizgisini sürdürdükleri iddiasındaydı.

İkinci koalisyon hükümeti de, o darbe girişimlerini önlemesinde olduğu gibi, yeni Anayasa’nın getirdiği özgürlükçü düzenin yerleşmesine önemli katkılar yaptı. Anayasaya uyum kanunlarını çıkardılar. Bir kısmı cezaevlerinde bulunan eski siyasetçilerin cezalarını kaldırdılar.

O gelişmenin sonucu olarak Türkiye, Anayasası ve onun sonucu olan uyum kanunlarıyla, ülkesinde, basın özgürlüğü de dahil, bütün demokratik hak ve hürriyetleri güvence altına almış bulunuyordu. Bu açıdan 1960’lar döneminin büyük bir kısmının yeri de, 1949-1956 arasındaki “bardağın dolu tarafı”ndaydı. 1965 seçiminden sonra, 1969-70’e kadarki yıllar da öyle...

Kısacası: Benim 70 yıllık gazetecilik hayatımın 40 yılı aşkın bölümünde, demokrasimiz de, benzeri çağdaş ülkelerin gerisinde kalmamıştı... Demokrasinin ayrılmaz parçası ve “olmazsa olmaz”ı olan basın özgürlüğü de... 

- Sorumun şu kısmını cevaplar mısınız: “Basın özgürlüğü açısından baktığınızda bugünkü gibi şartların zorlandığı bir dönem hatırlıyor musunuz?”

Bu soruya benim hesabımdaki duruma göre cevap vereyim.

1- Demokrasiye adım attığımız 70 küsur yıl içinde benim, bazı eksikleri de olsa “demokratik” saydığım sivil yönetim dönemlerinde, basına bu ölçüde uygulanan bir baskının ne örneklerini gördüm, ne de benzerlerini.

2- Yaşadığımız “askeri darbe” dönemlerindeki baskı çeşitleri arasında da bugünkü çeşitlerden bazısını hiç görmedim.

Önce “sivil yönetim dönemleri”ne bakalım. Aklıma ilk gelenlerden birkaçını söyleyeyim.

- Buyrun...

Bugünlerin gündeminde, bazı televizyonlara uygulanan RTÜK yaptırımları var... Önce ekranını beş günlüğüne kapatma kararı var. Ama iş onunla da kalmıyor. RTÜK aynı cezayı iki kere daha verirse, o televizyonun lisansı iptal ediliyor. Yani, karartma, “ebedi” bir karartma haline geliyor. Sonsuza kadar” yani...

Böyle bir uygulamayı ben askeri dönemlerde de görmedim. Sıkıyönetim dönemlerinde de.

RTÜK’ün kuruluşunun temel nedenlerinden en önemlisi, aslında, televizyonların ülkedeki siyasal ve sosyal görüşler ve akımlar arasında tarafsız kalmasını sağlayacak önlemleri almak... Başta siyasal partiler olmak üzere o alandaki kurum ve kuruluşlara adaletli bir şekilde yer vermesini kontrol etmektir. Ceza verme yetkisi, ona asıl, o görevini adaletli bir şekilde yerine getirmesi için tanınmıştı. Şimdi o kurul, o yetkiyi, tam tersine, tüm televizyonların yayınlarının bugünkü iktidar partisini desteklemesini ve ötekilerin sessizleştirilmesi için kullanıyor.

- Basın İlan Kurumu da öyle...

Tabii, o da kuruluş amacının “tam tersine” bir uygulama içindedir. O kurum, devlet kuruluşlarının gazetelere verdikleri ilan ve reklamların adil bir şekilde dağılımını sağlamak için kurulmuştur. O da o yetkiyi, iktidarı desteklemeyen gazetelere “ilan kesme cezası” diye bir “ceza” kesmek için uygulamaktadır.

Bunlar ve benzeri birçok yaptırım bugünkü iktidarın baskı araçları haline getirilmiştir. Bunlar baskı çeşitlerinin “yeni icat”ları...

Basına baskıların “klasik” olanlarına gelince... Gazetecilere soruşturma açma, ev arama, göz altına alma, tutuklama, mahkeme eliyle cezalandırma, para cezası, vergi cezası verme, yurtdışına çıkma yasağı koyma gibi örneklerine gelince... Bunların ve benzerlerinin örnekleri saymakla bitmez...

- Bir de gazetecilerin tutuklanması var...

Sadece şu “tutuklama” konusuna değineyim: Gazetecilerin gözaltına alınması ve tutuklanması, daha önceki “sivil dönem”lerin hiçbirinde, son 10-12 yıldaki kadar çok ve uzun süreli olmamıştır. Demokrat Parti’nin ikinci beş yıllık iktidar döneminde basın mensuplarına verilen cezalar az değildi. Basınla ilgili –biri 1954’te, öteki 1956’da çıkarılan– iki yasa vardı. Kanun numaralarını bile hâlâ hatırlarım. (6334 ve 6732 sayılı kanunlar). Devlet erkanına yönelik eleştirilerde hakaret unsuru bulunduğu iddiasıyla uygulanıyorlardı. Buna her suç için 10 aydan başlayıp yükselen hapis cezalarıyla birlikte, 15-20 bin liradan başlayan para cezaları da içeriyordu. Ayrıca, o para cezalarının on misli civarındaki para cezaları da gazete sahibine veriliyordu. Suçun tekrarı halinde o cezalar daha da yükseliyordu. O yasalara göre birçok gazeteci mahkûm edilmişti. Geriye doğru bakınca ilk mahkumlardan aklıma gelen meslektaşlarım arasında, o zamanki kıdemli gazeteci yazarlar da var... 70 yaşlarındaki Vatan Başyazarı Ahmet Emin Yalman gibi, 80 yaşını aşan Ulus Başyazarı Hüseyin Cahit Yalçın gibi, 30-40 yaşlarındaki veya benim gibi daha genç yaşlardaki meslektaşlarım da var... Ulus Gazetesi’nin Yazıişleri Müdürü Nihat Subaşı, Ülkü Arman, Beyhan Cenkçi gibi... Metin Toker ile birlikte derginin Yazıişleri Müdürleri Kurtul Altuğ, Yusuf Ziya Ademhan, Tarık Halulu da onlar arasında... Muhalefetteki bir başka dergi KİM dergisiydi. Onun kadrosundan Şahap Balcıoğlu, Vatan gazetesinden Naim Tirali, Ulus’tan Şinasi Nahit Berker... Daha birçok arkadaşım... Aramızdan ayrılmış olanları rahmetle anarım. Fakat şunu da belirtmeliyim: Gerek o zaman çıkarılan kanunların, gerek mahkemelerin bağımsızlığını tahrip etmeye yönelik tedbirlerin sonucu olarak verilen o cezaların oluşmaları ve uygulanmaları, bugünkü durum karşısında gene de çok hafif kalır. Bu dönemdeki belirli davalar sırasında, arkadaşlarımızdan öyleleri var ki, kendilerine atfedilen suçların dayanaksız olduğu besbelli olduğu halde 3 yıl, 4 yıl, 5 yıl boyunca hapiste kalmışlardır. Bugün de, aynı şekilde, hem de haklarındaki Anayasa Mahkemesi veya Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına göre çoktan serbest bırakılmaları gerekirken, o kararların da yok sayılması yoluyla hapishanededirler. Kısacası, 70 küsur yıllık demokratikleşme tarihimiz boyunca basınımız böyle bir dönem yaşamadı.

- Gazetecilerin tutuklanması meselesi eskiden nasıldı?

Zaten, demokratikleşme sürecinin yeni başladığı, yani siyasetçiler dahil herkesin o konuda deneyimsiz olduğu ilk yıllarda bile, gazetecilerin, haklarındaki hüküm kesinleşmeden tutuklanması ve cezaevinde tutulması diye bir uygulama yoktu. Başlangıçtaki bir-iki yanlışlıktan sonra, hakkında dava açılan gazetecinin muhakemesi sona erip hakkındaki ceza kararı kesinleşmeden tutuklanması söz konusu değildi. Kararın kesinleşmesi halinde de, durum kendisine nezaketle bildirilir, hatta cezasını çekmeye hangi gün başlamayı tercih ettiği sorulurdu. Değindim, o günlerde de hapse giren gazeteci sayısı çoktu. Ama ancak “kesinleşmiş mahkeme kararından” sonra...

Bu da doğaldı. Çünkü tutuklama kararının bir tedbir olduğu ve ancak iki halde –“delilleri karartma” veya “kaçma” ihtimalinin kuvvetli olduğu halde– uygulanabileceği bilinirdi.  Gazeteci, yazdığı yazıyı, radyocu, televizyoncu yaptığı konuşmayı nasıl karartabilir? Gazetede yazdığı yazı, basılı olarak duruyor. Radyo veya televizyonda söylediği de bantlara alınmış halde saklanıyor. “Kaçma” ihtimaline gelince... Kaçmayı başarma ihtimali en az olan meslek gazetecilik. Çünkü, tanınır insan, gazeteci olarak, televizyoncu olarak... Havaalanlarında, tren vagonlarındaki kontrol polisleri haydi haydi tanır. Buna “ya polisleri de atlatıp kaçarsa?” diye itiraz edebilirler devletin ilgilileri... Tabii, o ihtimal de akla gelebilir. Ama işte, o kontrolü bile başaramayacağını itiraf eden yöneticilere de “devlet adamı” denilmez...

Kısacası: Gazetecilerin bir kısmını, beraat edecekleri besbelli olsa bile, tutuklayarak cezalandırma, dışarıda kalanları da o cezayı göstererek korkutma metotları da, bu son dönemde icat edilmiştir. 

- Gazeteciler ne için özgürlük ister?

Görevlerini yapmak için... Görevleri de, halkı, o arada demokratik ülkelerdeki seçmenleri, ülkede ve dünyada olup bitenler hakkında bilgilendirmek için... Halkın ve özellikle seçmenlerin o bilgileri izleme ve öğrenme hakkı vardır. Onlar da o haklarını kullanmak isterler. O hakkı kullanmak, aynı zamanda onların görevidir de... Öğrensinler ki, seçimlerde oy kullanırken isabetli davransınlar. Bunu, tabii, kendilerine güvenen politikacılar da ister. Ama işte bazı politikacılar bunu istemiyor. Kendilerine güvenmiyorlar çünkü. O yüzdendir ki, basınımızın her şeyi yazmamasını, anlatmamasını istiyorlar... Ki, halkı kandırmaları kolaylaşsın. 

- İyi gazeteciliğe şimdi her zamankinden daha fazla ihtiyaç olduğunu düşünüyor musunuz?

Tabii, bunu iyi gazeteciler de görüyor. Halkın çok büyük kısmı da görüyor. Aslında basın özgürlüğünü istemeyen politikacılar da görüyor. Ama bundan şikâyetleri yok. Belirttim: Çünkü, iyi gazetecilerden oluşan özgür bir basının önüne çıkmak için kendilerine güvenmiyorlar.

- Siz hep söylersiniz, demokrasi ve basın özgürlüğü birbirinin ayrılmaz bir parçasıdır diye... Bugünlerde yeniden reform sözleri sarf ediliyor. Normalleşecek miyiz? Umudunuz var mı?

Reform, bozulan bir durumu yeniden düzeltmek için yapılır. Şimdi “reform”dan söz edenlere bakıyorsunuz, hepsi, şimdiye kadar o düzenin bozulmasında rolü olanlar. Ona katkıda bulunanlar. Eğer düzgün bir düzen isteseydiler, bunu şimdiki haline getirmezlerdi. Bunu ya istemiyorlardı, ya da beceremediler. Her iki halde de bir reform hareketi, onlardan beklenemez. Onlara emanet edilemez.

- Siyasetin gazetecilere karşı kullandığı dili nasıl buluyorsunuz?

Belirli siyasetçilerin gazetecilere karşı kullandıkları dil, terbiyeli değil. Ata sözlerimizde yeri vardır: “Kem söz sahibine aittir” denilir. Yani, “Kendisini tarif eder”.  “Üslub-ı beyan ayniyle insandır” denilir, o da aynı anlamdadır. Veya “Kişiyi nasıl bilirsin? Kendin gibi...” O da öyle. Benim aklıma hep o deyimler gelir... Ama o siyasetçiler, o üslupla, kendi kişiliklerindeki olumsuzlukları ortaya koymakla kalmıyorlar. Aynı zamanda, kendi yandaşlarına kötü örnek oluyorlar ve politikacılara ve gazetecilere karşı hiddet ve şiddet olaylarını teşvik etmiş oluyorlar...

- Her dönem iktidara yakın gazeteler/gazeteciler vardı. Ama bugünkü gibi bir üsluba mı sahipti? Ya da bu kadar çok muydu?

O konuda bugünkü gibi bir durum gerçekten hiç görülmedi. Herhalde yakın olmaya çalıştıkları iktidar çevrelerinden ilham alıyorlar...

- O dönemlerde muhalif medyaya yaşam hakkı verilir miydi?

Dönemine göre değişen durumlar yaşandı siyaset hayatımızda. Çok partili demokrasiye geçtiğimiz ilk yıllarda, tabii, tüm siyasetçilerimizde acemilikler vardı. Ama şimdi, “demokrasi süreci”nde bu kadar deneyim sahibi olduktan sonra, demokrasinin gereklerini yerine getirmekten kaçınmaya kimsenin hakkı yok.

- Gazeteciler etik değerlere uyuyor mu sizce bugün?

Gazetecilerin etik değerlere uyması, bizim basınımızın hep konusu olmuştur. Tabii, dünyanın her tarafında basını kendi menfaatleri ve duyguları için silah gibi kullanmak isteyenler de çıkabilir. Gazeteci dernekleri, kuruluşları, o ihtimale karşı, gazete okurlarının ve radyo televizyon izleyicilerinin haklarını korumak için mekanizmalar oluşturmaya çalışmışlardır. Bizde de, aynı yolda gelişmeler olmuştur. Rahmetli Abdi İpekçi’nin sendika, cemiyet gibi gazeteci kuruluşlarında görev aldığı sıralarda, gazete sahip ve yöneticilerinin katıldığı bir Basın Divanı kurulmuştu. Haklarında haksız iddialar öne sürüldüğünü veya rencide edici ifadeler kullanıldığını öne sürenler, o divana başvurup haklarının korunmasını isteyebiliyordu.  O divan da, gazetelerin, okurlarının o konuda gönderdikleri açıklamaları yayınlamalarını sağlıyordu. Daha sonraları Oktay Ekşi ve arkadaşlarının girişimiyle bir Basın Konseyi kuruldu. Ayrıca gazeteciler cemiyetlerinin de aynı amaçla kurulmuş kurulları var. Yani basının izleyicilerini basının haksızlıklarından korumak için... Fakat günümüzün güncel ve öncelikli konusu olarak, basının, haksızlıklardan, hukuksuzluklardan kendisini koruması diye de bir ihtiyaç var. Kendisini korusun ki, okurlarını koruyacak hale gelebilirsin... Yoksa, ben bütün o kurullarda görev yaptım, bilirim: Basın mensupları, genellikle okurlarının sorularını çözmeyi, onları haksızlıktan korumayı, en önemli görevleri sayarlar. Basına yönelik bugünkü baskılar, o görevi yeteri kadar yerine getirmelerinde de gecikmelere, aksaklıklara neden oluyor.

- Genç gazetecilere ne tavsiye edersiniz?

Her şeyden önce şunu hatırlatmak isterim: Söz, rahmetli gazeteci Metin Toker’indir. Derdi ki:

“Gazetecilik dünyanın en iyi mesleğidir.”

Buna, şu anlamdaki bir koşul da eklerdi:

“Tabii, eğer gereği gibi  yapılırsa...”

Bu tanı, bence de isabetlidir.

Gerçi benim muhabirliğe başladığım dönemde, bırakalım en iyi meslek sayılmasını, gazeteciliğin “meslek” sayılması bile tartışmalıydı. Anılarımda anlatmışımdır. O tartışma benim yakın çevremde bile vardı. Onu meslek saymayanları haklı çıkaran durumlar da vardı. Ne üniversitelerde gazeteciliği öğretmek için, “şimdiki iletişim fakülteleri” gibi kurumlar vardı, ne de o konuda eğitici bilgiler verecek yayınlar vardı... Gazetecilerin yetişmesi “ustadan çırağa” usulüyle gerçekleşebilirdi.

Ama gazetecilik öyle bir iş ki, ülkemizdeki gazetecilik, o koşullar altında bile, birçok yetenekli ve birikimli gencimizi kendi saflarına çekebildi. Ve Türkiye’deki gazeteler, zaman içinde –sahiplerinden muhabirlerine, yazarlarından teknik elemanlarına kadar tüm insanlarının katkılarıyla– dünya çapında başarılı sonuçlara ulaşabildi. Hele Türkiye’den başka ülkelere gidip yerleşenlerimizin bulunduğu ülkelerde, matbaalar kurabildi. Sadece Türk gazetelerinin değil, başka ülkelerin gazetelerini hazırlatıp basacak olanaklara kavuştu. Bu gelişmeler, sadece teknoloji ve işletmecilik açısından değil, gazete yönetimi, habercilik, yorumculuk, sayfa düzeni gibi alanlarda da kendini gösterdi. Televizyonculukta da, –televizyon dizileri başta olmak üzere– belirli alanlarda önemli başarılar sergiledi. Kısacası: Ülkemizde, bu mesleğin hem teknik altyapısı, hem deneyim birikimi, hem de deneyimli insanları eksik değildir. Ve ülkemizin, basınıyla birlikte, tümüyle demokratik bir ülke haline gelmesi, mesleğimizin yeni yeni atılımlar içine girmesine yetecektir.

Ve bence o günler de uzak değildir. Çünkü, önümüzdeki en fazla iki-üç yıl içindeki seçimler, hepimizle birlikte, gazeteciliğimizi de içinde bulunduğumuz durumdan kurtaracaktır. Bu sonuç, bu durumu oluşturanlar için kaçınılmazdır. Çünkü, Türkiye’nin demokrasi ve özgürlükler açısından şimdiye kadarki kazanımları, bugünkü duruma daha fazla tahammül etmeye müsait değildir.  Bunun bir kanıtı da, son yapılan yerel seçimlerin sonuçlarıyla, çok açık şekilde ortaya çıkmıştır. O konuda da kimse karamsar olmamalıdır.

Bu düşünceyle, genç gazetecilerimizi, Metin Toker’in tanımlamasıyla “dünyanın en iyi mesleğini” seçtikleri için kutlarım.

Onlarla birlikte, 1970’li, 1980’li yıllarda yazarı ve çalışan olduğum, Cumhuriyet gazetesinin tüm mensuplarıyla birlikte, değerli okurlarına en iyi dileklerimi sunarım.

1947’de hızlanan demokratikleşme sürecinin ilk yıllarında, basın özgürlüğü görece genişlemiştir. Ama 1954’te başlayıp 1956’da artan baskılar sonunda çıkan olayları, 27 Mayıs 1960’tan 1962’ye kadar süren bir askeri yönetim dönemi izlemiştir. Sonra 9 yıllık bir özgürlük döneminin arkasından “12 Mart rejimi”nin baskıları... Yedi yıllık özgürlük dönemi ve 12 Eylül 1980 rejiminin baskılı yılları.. Bunun arkasından gelen 1983’ten 2007’ye kadarki yılları ise, basının –tabii gene görece– bir özgürlük dönemi sayılabilir. Sonuç olarak tablodaki 73 yılın, yaklaşık 49 yılında, yasalar ve uygulamalar açısından yaşadığımız ortam, –görece de olsa– demokratik bir ortam sayılır. Tabii, bu, ülkedeki siyasal yönetimlerin basına karşı tutumu ve uygulamaları açısından böyledir. Türkiye basını o 73 yıl içinde, cinayetler ve tehditler dönemleri de yaşamıştır ki, o da ayrı ve  çok önemli bir konudur. Bütün etkenleriyle birlikte ele alınıp, kapsamlı araştırmalarla ve bütün ayrıntılarıyla aydınlığa çıkarılması gerekir. (Cumhuriyet- İpek Özbey)

Editör: Haber Merkezi