Birkaç haftadır yazmak hiç olmadığı kadar zor geliyor. O nedenle bu süreyi biraz da sözcüklerden kaçarak geçirdim. Şimdiye kadar yazdıklarımı da şöyle bir düşündüm bu zaman içerisinde. Aslında bir çürümüşlüğe teslim olmamak adına, o bozulmanın ve yok olmanın karşısında direnç gösteren fikirlerin süzgecinden geçip de yakama yapışan sözcüklerle kol kola girip, her şeye rağmen umudu kendimce beslemeye çabaladığım bir serüven oldu şimdiye kadarki yazma pratiğim. İyi de oldu. Karanlığın orta yerinde; güneşli güzel günlerin, emek, adalet, eşitlik, barış ve özgürlük günlerinin umudu ile yarının düşlerine yarenlik etmeye gayret ettim kendimce. Ama yaşanan çürüme öylesine büyük, yarattığı iki yüzlülük öylesine sıradan ki kimileri için, yazmak eyleminin her anına, bazen canımı yakan bir öfkenin beslediği umut eşlik ediyor zorunlu olarak. Söylediklerimiz tamam da, söylemediğimiz bir şey kalmasın diye uğraşmak bu çürümenin karşısında hayli yorucu oluyor. Çünkü o bozulmanın karşısında somutlaşan ‘zavallı toplumsal reflekslerimiz’ her şeyden ve herkesten çok sıkıyor boğazımızı. Hele bir de sözüm ona kendini muhalefetten sayanların dünyayı ve yaşamı algılayış biçimi var ki onunla baş edebilmek birçok şeyden daha da zor aslına bakarsanız.

Mesela geçenlerde Deniz Gezmiş’in doğum günü sebebiyle sosyal medyada coşup, şiirler, şarkılar paylaşıp, ardından da yeri geldiğinde bazı CHP’li belediyelerde yaşanan veyahut yaşanması muhtemel grevler sebebiyle, işçileri AKP’nin ekmeğine yağ sürmekle suçlayanlar... Milletvekilleri, belediye başkanları, muhalefet partisinin türlü kademelerinden üye ve yöneticileri, mangalda kül bırakmayanlar, ‘aslan sosyal demokratlar’, ‘en solcular’, bu işleri en iyi kendilerinin bildiklerinden emin olanlar… Kendi iktidar alanları olan kurumlarda işlerine gelmediği an DİSK ve KESK gibi emek mücadelesinin iki önemli bileşenini saf dışı bırakmak için çabalayıp, sarı sendikalarla işbirliği yapanlar, bu işbirliği için özel olarak uğraşan vekiller, buradan aldıkları cesaretle mücadeleci kesimlerin üzerine saldıranlar, emekçileri sürgünlerle, işten atmalarla terbiye etmeye çalışanlar, grev kırıcıları… Yani hem Deniz’in hem de işçilerin üzerinden ellerini çekmesi gerekenler. Onların yarattıkları algı bir yandan halk ile işçileri karşı karşıya getirmeye hizmet ederken, halkın ve genel kamuoyunun gözünde işçilerin hak alma mücadelesinin meşruluğunu da sorgulatmaya sebep olabiliyor. Tavşana kaç tazıya tut diyenlerin, ‘iktidar partisinin ekmeğine yağ sürülüyor’ iddiası doğrudur. Doğru olmayan tespit ise yaklaşık yirmi yıldır 18 grevi yasaklayan AKP’nin ekmeğine yağ sürenlerin, grevdeki işçiler değil, işçiye grevden başka bir seçenek bırakmayan işverenler olduğudur. Gerçek olan ise şudur ki; son tahlilde hiçbir grev ne AKP’yi ne de başka bir düzen içi politik özneyi mutlu etmez. Çünkü grev işçiler için öğreticidir, değiştirip dönüştürür, ilerletir. Ve gözün gördüğü her şeyi yaratan işçiler yaşamın akışını değiştirmek konusunda herkesten daha yeteneklidir. Yani bu yönüyle her biri bu düzenin değil, aydınlık yarınların teminatıdır.

Ve Şubat ayının 28’inde doğum gününü kutladığımız Deniz. Onu politik kimliğinden ve mücadeleci yapısından azade bir şekilde ele alıp, üzerine bir de bir grevi lanetleyerek anabilmek ne mümkündür ne de anlamlıdır. Deniz’e layık olmak, sonuçları ne olursa olsun çıkarları birbirinden farklı olan iki kesim arasında ezilenin yanında saf tutmakla mümkündür. Bu nedenle alın terinin hakkı için, Denizlere çıkan her sokaktan Maltepe'de gerçekleştirilen ve bu yazının yazıldığı saatlerde sona eren greve bir selam göndermek de boynumuzun borcudur.