Rengarenk boyanmış merdivenleri çıkarken öyle dalıp gidiyordu uzaklara. Kırkmerdiven ellerinden tutup yukarıya çıkırıyor gibiydi onu. Dalmaların arasında gözlerini apartman diplerinde bir karış kalmış topraktan çıkarak gülümseyen çiçeklere çeviriyordu arada. "Nasıl bir dünya kurmaktır bu. Etrafın sarılmış türlü engelle ama sen yine de çıkıyorsun oradan" Bu aralar gözlerine bakanlar, sanki ağlayacakmış gibi görüyordu onu. Ağlayacağından değil de epey biriktirmişti sorunları üst üste. Simit aldı fırından. Şehit Nihat Bey Caddesinde köşede belli belirsiz bir dükkan gibi duran ama kokusunu tüm sokağa yayan o karadenizli fırından. Yaşar Aksoy parkında bir bank buldu kendine. Asansörün manzarası siroz etkisi yapabilir insanda. Bir müddet büyülenir ve kendini gerçekliğin bağlarından kurtararak bir masal dünyaya dalarsın. Gökyüzünde renkler sevişirken birbiriyle, aklının almayacağı hayallere dalarsın. Hatta bazı insanlara "yaşamak gerçeği bu işte kardeşim" dedirtmişliği vardır.

"Kendimi iyi bir insan olarak görmem yeterli mi?" diye geçirirken içinden bir ermiş olmayı hayal eder. Uğradığı haksızlıklarla başa çıkamamaktadır ama bir türlü. Hem sade kendisine yapılanlar değil bir bütün olarak çevresinde gördükleri onu yaşamdan koparma noktasına getirmiştir neredeyse. Karataş'tan, Mithatpaşa mahallesine uzanan o dar yol amatör balıkçıların sanki sözleşerek birbiriyle komşu oldukları bir yer gibidir. Merdivenleri çıkarken daha yanından geçen iki kişi sırtında oltalar elinde kovalar aşağıya inmekteydi. Şimdi de Bankın yanından çıkan merdivenlerden onlarca balıkçı arkadaş inip çıkmakta. Balıkları ve hamam böceklerini düşünür ölümsüzlüğün yamacında. İnsanlar hamam böceklerini sırf çirkin diye mi öldürürler. Ve hatta bir hamam böceğinin canını alanın artık dünyadaki yeri nedir. Ona keskin bir biçimde günahkar diyebilir miyiz? Artık çirkin diye bu dünyada bir canlıya yaşam hakkı vermeyen birinin yaşamla ve diğer canlılarla ilişkisi etkilenir mi? Binlerce çağrışımla martıları izlerken, balkondaki kumrular düşer aklına. Sahi ne çok korkar sevgili eşi kuşlardan ama bir o kadar sever çiçekleri. Balkon olduğu gibi çiçeklerle kaplıyken, kumru vurulmaz mı hiç o balkona yavrulamak için.

Barlardan tanıdığı bir müzisyendir Ahmet elinde su şişesiyle oturur yanındaki banka. Ahmet'in kovası boş, elindeki olta gelişi güzel bırakılmış yanına. Demek ki kurtulmuş körfezin yüzgeçli canlıları bugün diye gülümser. "E be Ahmet sen iyi birine benziyordun o elindeki balık mezarıyla mutlu musun?" Ahmet önceleri tanımadığı adama bakar, hatırlamıştır onu. "Abi napıyorsun burada.", Adam; "komşuyuz sanırım, ben de az ileride oturuyorum" Ahmet'in su şişesinin içindeki renkli şeyden bir yudum alır, "Abi iyilik ve kötülük göreceli. Malum besin zincirinin en üstünde biz varız. Bi de sen vejetaryen mi oldun ya?" Adam; "Yok be oğlum" Bu cevap aslında aklını da karıştırmıştır. İyiliği sadece başka canlıları öldürmemek üstünden mi koyuyorum diye düşünürken aklına aslında önemli olan tek şey adalet diye gelir. Çünkü uğradığı haksızlıkların çoğunda adaletsizlik baş göstermişti. Sadece devletin hukuk sistemi değildi aslında düşündüğü, insanın insanı yargılarkenki fütursuzluğu. "O elindeki ne Ahmet?" "Abi bunu Kemeraltı'ndaki bir aktardan alıyorum, adam kendisi yapmış. Bu kadarını başka bir yerden alsam tonla para veririm. Adama bunu nasıl yaptın diyorum onlarca içeceği tadımlayarak, koklayarak diyor. Bence muhakkak tanış yapamayacağı içecek yok gibi"

Güneş renklerle olan ilişkisinin en haz verici noktasına ulaşıyor. Lacivert ve kırmızı öyle bir giriyor ki içine sanki dünyadan ayrılıp başka bir evrenden seyrediyorsun kendini. O bankta onlarca soruyla baş başa kalmış bir adam. Sahi bunca soruyu sorduran neydi bana diye düşünürken ayağa kalkıp yürümeye başlıyor. Erzurum'dan tayini çıkacaktı, yıllardır İzmir'e gelmeyi bekliyordu. Konak'ta Devlet Tiyatrosu'nun bahçesinde arada çay içmeye gittiğinde "Çok güzel olacak burada sahneye çıkmak" diye içinden geçirip, ışıltılı gözlerle binaya bakardı. Geçen komşusu bahsetmişti, mahalleye bir çocuk kitaplığı açılmış. Hatta adamın biri burayı ben açtırdım kabilinden bir şeyler yazmış da mahalle de gerçeğin iç yüzünü bilmeyen birkaç kişi adama teşekkür edip duruyormuş. Gerçi mahalleden mi onlar da bilinmez. Komşusu anlatmıştı, "abi olmadığı gibi görünen insanlar beni benden alıyor. Hayır çıkıp iki kelime de edemiyorsun bir kere cazgırlığı eline aldıklarından böyle tipler gerçekleri kırıp parçacıklarını da sana saplıyor. İşte sonra sen de yahu işin iç yüzü öyle değil bunu asıl düşünene haksızlık bu dediğin vakit zehir zemberek bir kıyamet kopuyor." Dinlemişti bir nefeste anlattıklarını da pek oralı olmamıştı. Yarın tatile gider kızımla bir kitap alırım en güzellerinden diye düşünmüştü.

Eve attı kendin onca düşüncenin ve hüznün arasında. Oturdu balkona bir sigara yaktı. Karşılarındaki apartman daha yıkılmadığından denizi görebiliyordu biraz. Masada Brecht'ten "ermişler ya da günahkarlar" elinde yeni demlenmiş bergamotlu bir çay.