Uzaklardan bir ses duyuluyor, keman ağlıyor sanki. Sazın teli geceye masallar anlatıyor. Müziğin içerisinde kayboluyorum. Bilmediğim bir dilde söylüyor. Bilmediğim ama bir yerlerden tanıdığım, bizim buralardan bir yerlerden. Aldırmıyorum bilmemeye, anlıyor gibiyim zaten her harfine varana dek. Issız bir gecenin sessizliğine en çok yakışan şey olsa gerek; o an orada işittiğim o şarkı. Sessizliği fısıldıyor insanın kulağına. Bu topraklara umudu nakış nakış işleyen yüzlercesinden biri sadece kulağıma çalınan. O kimsesiz karanlığın içerisinde canına yoldaş oluyor insanın. Geçmişe götürüyor, bin yıl önceye bazen. Paris'te komün barikatlarına, sonra Bedrettin'e, Pir Sultan'a, Dadaloğlu'na, Taksim'de bir ağacın yeşiline... Sonra geleceğin düşlerini kurduruyor, dert oluyor, göğsüne sancı oluyor bazen. Umut oluyor sökecek şafağın sonrasına. Tutup insanı ellerinden sımsıkı, umudun, erdemin ve kavganın soylu diyarlarında gezdiriyor kapı kapı.

Geceyle baş başa kalmış, kimsesiz sokağı gözlüyorum o sıra öylece. Dalmışım. Pencereden ne görünürse o oluyor o an dünya. Aynı göğün altında işlenen cinayetler, kalleş pusular, siren sesleri, demirin soğuğu, toprağın nemi, yağmurun öyküsü oluyor yanı başımdaki ezgi. Pencereden bakıyorum sokağın sessizliğine. Yağmur sesini bırakıyor şehre. Bir de kar yağsa diyorum; soluk sarı ışıklı sokak lambalarının altında inceden süzülüp, sokağın sabahında çocuk sevinçlerine uyanacağız demektir. Kışın soğuğunu sımsıcak kılar bazen kar. Çocuklar diyorduk; en çok oyun oynamak yakışır onlara. Sokak aralarında sağa sola koşuşup dururlar. Çocuklar işte; kar sevinçleri, oyun telaşları. Koca dünya oyunlara emanet. Oysa oyunun orta yerinde o koskoca dünya yıkılıyordur belki de başka coğrafyalarda. Haritalar yeniden çiziliyordur. Gökte bir uçak ateş saça saça korkunç gürültüsünü oyunun orta yerine bırakıyordur. Bilinmeyene doğru büyük yolculuklar, göçler başlıyordur. Sınırlar aşılıyordur, geride kalan her şey sonsuza dek kaybolurken. Denizler kimine masmavi hayaller, kimine kara cehennem. Hiç değilse çocuklar eşit büyümeliydi oysa. Uçak dediğin birine korku, diğerine oyunun bir parçası gibi heyecan yaratan tuhaf bir sevinç olmamalıydı. Ve kar dediğin zengine farklı, yoksula farklı yağmamalıydı.

Kar... Çoğu zaman yoksulun üstüne yağar, çatıda yük olur, paçada çamur, ayağın altında buz. Yoksulun üzerinde kar, karın üzerinde neşeli varsıl, adalet toprağın altında. Kentler kimine ayaz olur, sabah vakti hınca hınç işçi durakları buz keser. Elde kesik, yüzde kar yanığı. Buğulu bir camın ardında demli çay, çıkında azık. Hal böyleyken kiminin payına sıcak odalarda doğan günü telaşsız karşılamak düşer. Kiminin payına alnının teri kurumadan kapıyı çalan ölümler. Haber bültenlerinde kana bulanmış işçi tulumları..

Caddelerin orta yerinde kadınlar öldürülür her gün, her dakika. Sonrası mahkeme salonları, iyi haller, indirimler, ödüller. Üzeri kapatılmış dosyalar. Klavye başında hazır kıta ahlak bekçileri. Aramızda katil kocalar, sevgililer, babalar, abiler. Ve boynumuzda asılı koca bir utanç.

Bir ülkenin günleri biraz böyle geçiyor ne zamandır. Kötülük dört bir yanımızı sarmış. El attıkları her yeri karanlığa mahkûm ediyor. Nazım’ın bir şiirinde ifade ettiği gibi “onlar akarsuyun, meyve çağında ağacın, serpilip gelişen hayatın düşmanı”. Ama bir de inat edenler var, onurla, haysiyetle ve dirençle. Onları görünce susmaya utanır insan, susmak ne mümkün?

Uzaklardan yine bir şarkı duyuluyor şimdilerde. Güneşli güzel günlerden. Diz çökmeyenlerin, vazgeçmeyenlerin, boyun eğmeyenlerin şarkıları. İnsanın en güzel hikâyesine eşlik edecek o coşkun şarkılar. Ve bizler yarın o şarkıları söylerken, onlar yine şairin dediği gibi “bir daha geri dönmemek üzere yıkılıp gidecekler.”