Vedat Adak*

Dünyamız, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) tarafından yayımlanan İnsani Gelişme Raporu’na göre sosyal ve ekonomik paylaşım ilkeleri açısından en kötü dönemini yaşamaktadır. Gelişmiş ülkelerin arasında birkaç ülke ve bu gelişmiş ülkelerin çok uluslu şirketleri, tüm dünyada elde edilen gelirin yaklaşık %80’ine sahiptir. 91 gelişmekte olan ülkede yaşayan yaklaşık 1,5 milyar insan çok boyutlu yoksullukla karşı karşıya ve sağlık, eğitim ve yaşam standardı alanlarında tekrarlayan yoksunluklardan mustariptir. Ayrıca yaklaşık 800 milyon insan, herhangi bir zorluğun ortaya çıkması durumunda yoksulluğun pençesine düşme riskiyle yaşamaktadır. Gelir dağılımının dünya ölçeğinde yarattığı uçurum, yoksulluğun boyutu ve işsizlik sorunu gündemin ilk sıralarında yer almaktadır. Pek çok işyeri kapanmakta, işsiz kalanların sayısı artık milyonlarla ifade edilmektedir.

Bu bunalım, her zamanki gibi en çok az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeleri etkilemiştir. Üretim ve iç piyasalarda talep düşmüş, dış ticaret hacmi daralmış, işsizlik oranları büyümüş ve istihdam hacmi küçülmüştür. Söz konusu politikaların yıllar içerisinde biriktirdiği olumsuzluklar, bugün içinde bulunduğumuz krizde iyice su yüzüne çıkmış, dünya ölçeğindeki krizden en olumsuz etkilenen ülkelerin başında gelmemize neden olmuştur.

24 Ocak 1980 ekonomik kararları ile başlayan uygulamalar ile iş yaşamı kuralsızlaştırılmış, eğitimden sağlığa, ulaşımdan altyapıya kadar kamusal hizmetler ticarileştirilmiştir. Ülkemizde büyümenin lokomotifi üretim değildir, büyüme dış kaynak ile finanse edilmektedir. Özel sektör dış borcunun milli gelire oranı bizim kategorimizde yer alan ülkeler arasında en yükseklerde seyretmektedir. Bugün kredi kartı sahiplerinin sayısı nüfusun iki katına çıkmıştır.

Yoksulluk iktidarda kalmanın ve benimsediği yaşam tarzının yaygınlaştırılmasının güvencesi olarak görülmektedir.

Yaşadığımız ekonomik sorunların, üretim ve yatırımı dışlayan, yerli kaynak kullanımını reddeden, üretim ve ihracatı ithalata bağımlı kılan, yüksek cari açık, yüksek dış borç ve sıcak para politikalarına dayalı, döviz kuru ve finans hareketleriyle altüst olmaya mahkûm ekonomi politikalarından kaynaklandığını hepimiz biliyoruz.

Tüm bu olumsuz yansımalarına rağmen ülkemizde krizin sorumlusu olan ekonomi politikalarında ısrarcı olunmakta, geleceğimizi ipotek altına alan uygulamalar devam etmektedir. Zamlar, vergi artışları ve özelleştirmeler tek çözüm olarak dayatılmakta, öte yandan vergi afları başka bir sorun alanı olarak karşımıza çıkmaktadır.

Türkiye, ekonomik kötü gidişata paralel olarak şiddet, terör ve savaş girdabında toplumsal ve sosyal bir başka krizle yüz yüzedir. Hak ihlallerini sayısal olarak ifade etmek güçleşmiş, insanımız bugün en temel insani hak olan ‘yaşama hakkı’ndan dahi yoksundur.

Ülkemizde yaşanan olağanüstü gelişmeler, bugün bizleri, koşulların daha da ağırlaştığı bir tablo ile karşı karşıya bırakmıştır. Terör saldırıları ve katliamların olağanlaştırılmaya çalışıldığı ülkemizde 15 Temmuz darbe girişimi siyasi iktidar tarafından OHAL ile taçlandırılmıştır. Toplum belirsizlik, gelecek kaygısı, tedirginlik ve korkuyla yaşamak zorunda bırakılmış, yaşam alanlarımız daraltılmış, can güvenliğimiz kalmamıştır. Ülkenin aydınları, gazetecileri, yazarları, seçilmiş belediye başkanları, milletvekilleri zorla gözaltına alınmakta, tutuklanmaktadır. Parlamenter temsili demokrasi fiilen feshedilmiş, anayasa ihlalleri olağanlaşmıştır. Milliyetçilik körüklenmekte, kadın ve çocuk istismarı yaygınlaşarak sistemli olarak propaganda aracı haline getirilmektedir. Yargı yeniden yapılandırılmakta, Cumhuriyetin kuruluş döneminin kamusal iktisadi, sosyal, kültürel kazanımlarıyla hesaplaşılmakta, tümü tasfiye edilmeye çalışılmaktadır.

İfade ve örgütlenme özgürlüğüne yönelik saldırılar artmış, hak, hukuk, kadın, çocuk, mülteci, sığınmacı, göçmen ve yoksulların hakları için çalışan derneklere yönelik keyfi ve hukuk dışı uygulamalar yapılmaktadır.

Dünyada ve ülkemizde yaşanan bu olağanüstü gelişmeler halkımız ve meslektaşlarımız için çok daha ağır sosyal ve ekonomik koşullar yaratmıştır. Ülkemizin bu kritik döneminde meslek odalarına ve demokratik kitle örgütlerine önemli mesleki ve toplumsal sorumluluklar düşmektedir.

Mesleki ve toplumsal sorumlulukları bir bütün olarak gören, hukukun ve bilimin üstünlüğüne inanan hiç kimsenin tüm bu anti demokratik uygulamaları, ülkemizin içine sokulduğu şiddet, terör ve savaş çıkmazını görmezden gelmesi mümkün değildir.

Tüm bu olumsuzluklar karşısında Cumhuriyeti, demokrasiyi, laikliği, barışı, eşitliği, özgürlüğü ve adaleti, bugünkü tarihsel koşulların gerektirdiği şekilde savunmak zorundayız. Özgür ve demokratik bir Türkiye için barış, dayanışma ve kardeşlik temelinde bir arada yaşamanın koşullarını yaratmak, yan yana durmak, inatla, ısrarla, farklılıklarımızı zenginlik kabul ederek bir arada olma kültürümüzü yaşatmak zorundayız.

*İzmir Mali Müşavirler Odası Başkanı

OCAK SAYISINDA KAPAKTA KEMAL KILIÇDAROĞLU VAR

OCAK SAYISI SUNU YAZISI İÇİN TIKLAYIN

İZMİR'DEN YA DA ŞEHİR DIŞINDAN NASIL ABONE OLUNUR? TIKLAYIN

Editör: Haber Merkezi