“Bak terlik geliyor”

“Vuramazsın ki, vuramazsın ki!”

ÇAAAATTTTTT...

Bir an sessizlik... Düşünüyorsun, beynin algılamaya çalışıyor... Beni ıskalayarak geçmiş olması gerekiyordu çünkü atiktim, reflekslerim çok iyiydi. ‘Kadın, sen nasıl bir ustasın?’ diye geçiriyorum içimden. Sanırım böyle bir falsoyu, topa Roberto Carlos, terliğe de ancak bir anne verebilir.

Biz hani, hep okul kitaplarında geçen o çekirdek aileydik! Ama kabak çekirdeği… Yani normal çekirdeğe nazaran biraz daha büyüktük. Bir çatı altında amca, duymayan bir büyükbaba, onun yüzünden yüksek sesle konuşan babaanne vardı. Ev, sürekli bir şenlik havasındaydı. Annemin arada sırada fırlattığı terlikleri saymazsak, çocukluğum güzel ve mutlu geçti...

Annem terliği fırlatırken arkadan da küçük harflerle minik minik küfürler gelirdi. Büyükbabam, o küfürleri her nasılsa duyardı. Hemen ardından “Edep ya hû!” derdi...

Aradan yıllar geçti. Büyükbabamın ölümünden sonra bu cümleyi bir daha ne duymuş ne de bir yerde okumuştum. Ta ki 2012 yılında Mehmet Anıl’ın Edep Ya Hûkitabını görünceye kadar. Kitabı okumak için aldığımda gözlerim doldu, büyükbabam ve o eski günler aklıma geldi.

Mehmet Anıl’ı 2008 Yunus Nadi Roman Ödülü’nü aldığı “Pembe Otobüs” adlı kitabıyla tanımıştım. Bu roman; konusu Osmanlı İmparatorluğu zamanında geçen, Anadolu’da kendi halinde bir ailenin çocuğu iken İstanbul’a getirilen, ilk önce bir paşanın daha sonra da bir Yeniçeri ağasının kapatması olan, askerlere ikram edilen, “Kız Ferhad” adlı hayali bir karakterin romanı.

Hikâye edildiği dönemin tarihi gerçekliklerini çevresine alarak fuhuş, entrika ve ihanet içinde, eşcinsel Ferhad’ın hüzünle sona eren hikâyesini okuyacaksınız. Ferhad’ın Allah’la diyalogları zaman zaman sizi güldürüp düşündürtebilir. Bu tarihi roman, ders kitaplarında ve birçok başka kitapta anlatılan, bıyıkları kavisli “börk” adlı keçe şapkalı, yaklaşık 500 yıl boyunca ordunun gözbebeği olan Yeniçeri askerlerinin dünyasına da dikkat çekiyor.

Kitabı bitirdikten sonra, güzel kurgulanmış tarihi bir romanın içerisinde Ferhad’ın Allah’la diyaloglarına tanık olunca ve o dönemi farklı bir üslupla okuyunca yüzümde hınzır bir gülümsemeyle, “Edep Ya Hû Mehmet Anıl!” dedim.

Ben ne zaman çocuğuma yasak koymaya başladım? İşte, dedim kendi kendime, sen büyüdün ve içindeki çocuğu öldürdün. İşte bunu anladığım günden sonra, aslında içimizde yaşatmamız gerekenin yalnızca sevgi olmaması gerektiğine karar verdim. Bizi tüm yasaklara karşı koruyan, büyümemizi ve yasakçı olmamızı engelleyen o çocuk ruhumuzu kaybetmemeliyiz.

Şimdi düşünüyorum da bizim anne babalarımız o kadar yasakçı değildi.

1980’ler… Video, Beta/VHS kaset furyasının olduğu yıllar. İzmir’in Gültepe semtinde yaşıyoruz. Koca mahallede sadece bir kişinin evinde video var; o da Ali Rıza Karakurt… Bazen üç, bazen beş arkadaş bir araya gelip harçlıklarımızla videokaset kiralayarak Alilerde izliyoruz. Ali’nin babası gece çalışıyor, gündüzleri de televizyonun olduğu odanın bitişiğinde uyuyor. Annesi her zamanki gibi komşuya giderken bizi tembihliyor:

“Çocuklar, Ramazan abiniz uyuyor, sesini çok açmayın.” Hepimiz birden kafayı sallıyoruz.

O gün üç kişiyiz; Ferdi, ben, Ali, almayı istediğimiz filmi bulamamış ve Ali’nin ısrarı üzerine, ilk kez bir korku filmi almıştık.

Ali’nin annesi kapıdan çıktı. Mutfağa koşup aldığımız Cincibir gazozlarını ve çiğdemleri odaya getirdik. Ali filmi açtı, beraber izlemeye başladık. Birkaç dakika sonra ekranda bir sevişme sahnesi başladı. İşte o an, yan odanın kapısı açıldı, Ali'nin babası içeriye girdi.

“Ne yapıyorsunuz keratalar?” Üçümüz aynı anda,

“Film izliyoruz!” dedik. Televizyona baktı:

“Nasıl film lan bu?” dedi. Yine hep bir ağızdan,

“Korku filmi!” dedik. Bu arada sevişme sahnesi devam ediyor.

Ramazan abi, videonun üzerinde duran kasetin kutusunu alıp sağını solunu çevirdi, yüksek sesle ismini okudu, bize döndü.

“Keratalar, çok gürültü yapmayın!” dedi. Odadan çıktı. Hepimiz derin bir oh çekip filmi izlemeye devam ettik.

Bir şarkının dizeleri geldi şimdi aklıma:

Biz ne zaman büyüdük, en son ne zaman? Çocuklara yasaklar koyduk işte o zaman...