Ümit Kartal / İz Gazete – ‘Türkiye ne yaşanabilir, ne terk edilebilir’ ‘İncinme Halleri’ ‘Amaerkil’ ve ‘Tunç Gammaz’ kitaplarının yazarı, şair-yazar Neslihan Yalman ile yazın hayatı ve İzmir üzerine konuştuk. İzmir’in ‘Yaşanacak Şehir’ sloganını üzerine Yalman, “İzmir kurtarılmış tek bölge gibi, ilerleyemese de sığınılacak bir yer olarak görünüyor” dedi.

 

Bize kendinizden kısaca bahseder misiniz?

1982 yılında Ankara’da doğdum. İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’ni birincilikle bitirdim. Ardından, Ankara Gazi Üniversitesi Türk Halkbilimi Ana Bilim Dalı’nda yüksek lisansımı tamamladım. Editörlük, redaktörlük, dramaturgluk ve yazarlık yapıyorum.  Çeşitli kurumlarda sanat dersleri verdim. Şu an, ‘‘Art Academy İzmir’’ adlı kurumda sanat dersleri veriyorum. Biri deneme, üçü şiir olmak üzere, dört tane kitabım var. ‘‘Aykırı Akademi’’ adlı kültür-sanat sitesinde, periyodik olmasa da, süreğen şekilde yazılarım yayınlanıyor. Bir kısa oyunum Suat Taşer Kısa Oyun Yarışması’nda ödül aldı. Yazdığım bir senaryo, vizyon kapsamında filme çekildi. Şu an, bir şiir ve bir deneme dosyamı da basıma hazır olacak şekilde tamamladım.

Şimdiye kadar yaptığınız çalışmalar hakkında bilgi verir misiniz?

Şimdiye kadar şiir, tiyatro, senaryo, eğitmenlik ve editörlük düzeyinde çeşitli çalışmalar yaptım. Şu an, dramaturg ve oyun yazarlığı düzleminde bir şeyler yapmak üzere çalışmalarıma devam ediyorum.

Size göre şiir nedir ve şiir yazarken nelere dikkat edersiniz?

Bana göre şiir, önce sestir, ritimdir. Bu ritim kendi anlamıyla birlikte gelmelidir. Şiir bir deneyim işidir ve deneyiminiz sizi ne denli özgür kılıyorsa, o yönde yapıtlar oluşturacağınıza inanıyorum. Türk şiiri kapsamında iyi şiirler, iyi şairler olduğunu, ama artık iyinin değil, ki iyi de belli bir ölçü içindedir-sınırını zorlamaz, özgünün aranması gerektiğini düşünüyorum. Sözcükleri yan yana dizebilmek, kolektif bilinçaltı anlamında bir şeyler oluşturmak, bir yapı kurmak ve salt estetik kaygı gütmek şiir değildir. Şiir taşınabilecek, sarsacak, şairinin varlığını da biriciklikle ortaya koyacak yırtıcılıkta olmalıdır. Şiirde kesinlikle kükrercesine üstüme gelen o çoksesliliği, hortumu seviyorum. Çağın sesi makineyse, metalse, yıkımsa, egzozsa, bu çoksesliliği, şiddeti, parçalanmışlığı şiirde de tokat yemiş gibi hissetmek istiyorum. Ama, şairin ilerisini de düşünerek, kendisiyle de yüzleşerek, etkileyici bir şeyler yapması gerektiğine inanıyorum. Zihnimi bulandıran, beni zorlayan, sıçramalı dizelerin hakim olduğu, hakikatin dibine inecek derinlikte muhalif bir derdi olan (Türkiye’de bu aktivistlikle ya da politikayla karıştırılmasın) şiirleri seviyorum. Genelde, şiirde şair-ben’le şiir pek ayrıştırılamıyor. Şiirlerini sevdiğim şairlerin de benliklerinde aynı çalkalanmaları yaşadıklarını görüyorum. Bir de, şiirin salt temsil olduğunu düşünmüyorum. Türkiye’de bu sınır aşılmış durumda… Temsiller var, şiirler yok. Şiirler varsa bile, etkinliğini yitirmişler, şakşağın, hoca-mürit ilişkisinin ve ölüseviciliğin ötesine geçemiyor. Ülke neyse, şairi de o kıvamın dışına taşamıyor. Hatta, tüm sanat alanlarında aynı etkisizliği fark ediyorum.

‘‘Türkiye: Ne Yaşanabilir Ne Terk Edilebilir’’ başlıklı deneme kitabınızın ışığında, ülke hakkındaki düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz? İzmir’in “Yaşayan şehir, yaşanacak şehir” sloganı var, ülkenin hali ile İzmir’in halini kıyaslayabilir misiniz?

Türkiye tam da başlıktaki gibi ne yaşanmaya uygun bir şehir, ne de buradan kaçılabiliyor. Hani, şu geyik muhabbeti var ya, Türkiye’ye vizeleri kaldırsalar, herkes kaçar. Doğru olduğu kanısındayım. Türkiye niteliğe bakılmayan, hemşehriciliğin, kabileceğin yoğun olduğu, aşırı politik bir ülke… Tarihine, sanata, hiçbir şeye sahip çıkamıyor. İnsanları (aydınları, sanatçıları da dahil) tekboyutlular; her şey temsil düzeyinde, herkes ismini ve sınıfını korumak peşinde… Türkiye’de en muhalif değerlendirilenler bile iktidar, koltuk peşindeler ve sınıf atlamak istiyorlar. Türk dizileri neyse, Türk insanın portresi de odur. Annelik, babalık, devlet gibi üst kavramlar aşılamıyor. İnsanları sürekli vicdanlarıyla öfkeleri arasında debeleniyorlar. Ben buraya yarım insanlar ülkesi diyorum, hiçbir şey tam değil. Bu düzeyde, İzmir de yarım bir şehirdir. Geçmişte ne yapıldıysa, hâlâ aynı nostalji içinde, 21. yüzyıla entegrasyon sağlayamayan, emeklilerin, yaş ortalaması yüksek insanların (buna sanatçıları da dahil) olduğu, sanayinin gelişmediği atıl bir şehir görünümünde… Geçmişten getirdiği levanten, gayrımüslim etkisi sağ olsun, kadınların rahatlığı veya boyoz-sübye-lokma konusunda rahat konuma sahip izlenimi veriyor. Buna şükredilebilir. Fakat, genç seslere kulak tıkayan, disiplinlerarası olandan habersiz, kendi içine kapalı bir taşra burası… Tatil yeri, çimlenme, otlanma, dinlenme ve diğer kapital şehirlere oranla ucuzluk bakımından yaşanabilir. Laikliğe bakışı sorunlu, ama yine de ülkede kötünün iyisi kapsamında ayrı bir yeri var. İnkâr edemem laiklik çatısı onu birçok şeyden koruyor. Fakat, bunun da yapısal sebepleri var. Çünkü, Türkiye’nin tarihsel, coğrafi ve politik varoluşu asla ilerlemesine izin vermeyecek. İzmir kurtarılmış tek bölge gibi, ilerleyemese de sığınılacak bir yer olarak görünüyor. Ülkemiz, ne İngiltere gibi sömürge devleti olmuş, ne Kamboçya gibi aşırı sömürülmüş, ne de Fransa’daki gibi haddi hesabı olmayan kanların üstüne basıla basıla cumhuriyet kurulmuş. Bunun olumlu tarafları da var, olumsuz tarafları da. Ben olumsuzların çokluğu bazında değerlendirmeler yapıyorum. O yüzden, negatif eleştiri ortaya koyarken bile, nasıl olsa yapı bu, ben sadece tespit ettim, gerisi yok hissine kapılıyorum. Bu ülkede bir adım atılsa, dünyada yüz adım atıldığı için, açık asla kapanmayacak. Üstelik, adımların iyi olduğu kadar, mücadeleci, sömürgeci, kanlı tarafları da var. Tarih kan, ama pişmanlık üstüne kurulan ikili bir ucun sınırında geziniyor. Pasif de kalsanız, etkin de olsanız, dünya işte!.. İnsan ırkının etkinliğini yitirmesini bekliyoruz.

Eğitim de veriyorsunuz. Eğitimlerinizin kapsamı ne şekilde oluyor? Biraz bahsedebilir misiniz?

Alsancak’ta bulunan ‘‘Art Academy İzmir’’ kurumunda genel kültür, film ve roman analizi, yazarlık (bire bir ya da grup), dünya tiyatro tarihi dersleri veriyorum. Bunun dışında, tiyatro metinlerini analiz etme ışığında dramaturgluk ve yapılan çalışmaları düzenleme aşamasında editörlük desteği de veriyorum. Eğitimlerdeki temel noktam, bakış açısı… Bakış açınız ne denli gelişir ve dönüşürse, siz de gelişim gösterirsiniz. Yemek-içmek kadar, zihni, kalbi ve ruhu da beslemek gerektiğine inanıyorum. Türkiye bireyselliklerini yaşayamayan, kendi yaptıklarını gizleyerek, yapılan aynı şeyi başkaları üstünden ikiyüzlüce eleştiren, tektip insanlarla yığma bir ülke… Gençlerine doğru eğitim sistemini sağlayamadığı gibi, öğretmenler öğrencileri daha da cahilleştiriyorlar. Devlet, kimseye tam bir şey vermeden onları kendine borçlandırıyor, susturuyor, korkutuyor. Kimseye insan olduğu için yatırım yok. Bu noktada, özellikle kadınlar, çocuklar ve gençler başta olmak üzere, birçok kişinin sanata bulaşması gerektiğini düşünüyorum. Ama, sanata bulaşmak da, ortalama Türk algısına seslenen yazarları okuyup, ucuz müzikler dinleyip, derinliksiz politik temsilleri savunmak demek değildir. Tersine, yaratıcı bakış herkese gereklidir. Yazmak, bir yaşam biçimi olduğu için, her yazan, hatta dosya bütünlüğü çalışmaları olan yazar sayılmıyor. Yazanla yazar arasındaki ayrımı aşmak gerektiğini düşünüyorum. İnsanların kendilerini genel kültür düzeyinde geliştirmeleri (KPSS gibi saçma bir sistem kafası etrafında değil), bir şey yaşıyorlarsa ya da toplumun, dünyanın, evrimin içinde deviniyorlarsa, bunun köklerini bilmeleri ve kendi donanımları için entelektüel, seçkin yönelişlere sahip olmaları gerektiğini düşünüyorum. Kendini tanıma, köke inme, kendini ifade etme, çevreyi sınırsızca keşfetme bakımından sanat büyük bir açılım sağlıyor diye düşünüyorum. Ama, herkes sanatçı olacak diye bir iddia yoktur. Herkes sanatsal bakış açısına sahip olmalı gibi bir iddia daha doğrudur. Bu ülkenin genel ortalamasının, hatta okumuş kesimi de dahil, köhneliğine üzülüyorum. Çok farkındasızlar!..

Kendi yazınsal sürecinizin ve aynı zamanda ülkenin geleceğini nasıl görüyorsunuz?

Ülkenin geleceği diye bir şey olduğunu düşünmüyorum. Ülkenin bir geçmişi var ve ona saplanıp kalmışız… Bir kere, sanatı başta olmak üzere, bilimi ve insan potansiyeli gelişmemiş, özgür ifadenin oluşmadığı, farklı seslerin birlikte yaşayamadığı bir yerde gelecek algısı yoktur. Onun yerine geçmişteki kahramanlara özlem, anılar, nostalji ve umutsuzluk vardır. Dediğim üzere, sizin şimdinizle dünyanın şimdisi arasında dağlar kadar fark var. Sizin şimdiniz 13. yüzyıl çöl bedeviliği ya da 1919’ken, dünyanın şimdisi bırakın 21. yüzyılı, bilimsel ve performatif gelişmelerin olduğu ultra-uzay çağı… Siz adım atsanız ne olacak, küresel düzeyde dışa bağımlı, içi çürümüş ve her kesimi tutucu bir ülkeyseniz, size teknolojisi gelişmiş Japonya da diyemem, kültüründen beslenmiş İran da, dünyayı kontrol etmeye çalışan Amerika Birleşik Devletleri de… Türkiye bir Ortadoğu ülkesidir, İsrail bile değildir. Arap ülkelerinden bir tık ileri olduğunu düşünüyorum, o kadar!..

Kendi yazınsal sürecim de her şeyi ortaya çıkarıyor. O kadar birey olma çabasındayım ve farklı fikirlere, farklı formlara, disiplinlerarası olana, bilime o kadar açığım ki, ülkede ne yapsam marjinal sayılıyorum. Çünkü, bunu yapabilecek cesarette sanatçı yok. Ben bunu tamı tamına bilerek yapmasam da (sanatta sezgi de önemlidir), bir bilgi birikimim, deneyim havzam olduğu, sürekli hakikati sorguladığım ve başkalarının dediklerine aldırmadığım için, yaptığım çoğu şey, özellikle şiirde, etkileyici ve özgün bulunuyor. Ama, bunu temsil düzeyinde taşıyamıyorum. Çünkü, her şeyin temsili bana göre her şeyin biricikliğinin özünü öldürüyor. Türkiye’de bir kadın olarak fazla özgün, fazla cesur, fazla etkin, fazla entelektüel olduğumu düşünüyorum. Bu da böylesi bir ülkede sıkışmak adına trajiktir aslında!..

Sanata yöneliş anlamında insanlara neler önerebilirsiniz?

Kendilerini geliştirmek adına, profesyonel insanların çalıştığı kurumlara gitsinler. Aileleri, akrabaları, eşleri ne söyler diye korkmasınlar. Benim çocuğum var, ben yapamam ya da yarın onu utandıracak bir şey yaparım diye düşünmesinler. Ruhlarını beslesinler. Marifet dokuzda işe başlayıp, beşte paydos etmek ve eve koşarak gitmek değildir. Marifet memurken de tiyatrocu olabilmek, resim yapabilmek ya da yazabilmektir. Çünkü, öbür türlü sadece Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı, anne, eş, çocuk, öğretmen, anneannesinizdir. Ötesi yoktur. Kimliğiniz yoktur. Renginiz yoktur. Ot gibi gelir, ot gibi gider, çiçek bile veremezsiniz. Biraz mücadele etmeli, bilirkişilerin fikirlerini/desteklerini almalı, sürekli sanatsal olanı takip etmeli ve kendinize sizin gibi kodlar taşıyan (ağırlıkla, yabancı) topluluklar bulmalısınız. Okumalı, izlemeli, sergileri gezmeli, dinlemeli, yazmalı, tartışmalısınız. Zihniniz neyle beslenirse ona dönüşürsünüz. Türkiye de renksiz zihniyetlilerin olduğu, kırsal bedenlerin ortalarda cirit attıkları, memur-sanatçıların ve kendileri adına harekete geçemeyen insanların ülkesidir. Gençler bunu biraz kırmaya çalışsalar da, onlara da artık resmî sistemin, kültürün, siyasetin, dinin vereceği bir şey kalmamıştır. Şiddetle öneririm, herkes alternatif sanat merkezilerinde (halk eğitim kurumlarından bahsetmiyorum) kendini geliştirsin, vakit geçirsin. Bilinçli olan, zamanında kendileri bir şey yapamamış ama çocuklarının yapmasını bekleyen farkında aileler de, okullara, devlete, komşulara, akrabalara vd. güvenmesinler. Çocuklarının neye yetenekleri varsa ya da yeteneklerinin neye olmasını arzu ediyorlarsa (satranç, yabancı dil, yazarlık, müzik, dans, oyunculuk), onları da o yönde kaliteli çevrelerle desteklesinler diyorum. Kurtarılan denizyıldızları, şu çöpe boğulmuş denizde kârdır.

Editör: Haber Merkezi