“Anlatsın! Hikâyesini anlatsın!”

“Ama fırtınalıysa.”

“Ya da rüzgârlıysa.”

“Ateşliyse.”

“Âşıksa!”

“Terk edilmişse!”

“Unutulmuşsa alalım içeri zavallıyı, anlatsın. Avunur belki.”

“Tutku ve hırs varsa hayatında!”

“Cinayet! Cinayet!”

“Korku! Korku!”

“Delilik olsun içinde.”

“Vazgeçiş olsun.”

“Sonsuz sabır ve karşılığında ihanet!”

“Serserilik de olmalı biraz.”

“Vurdumduymazlık da.”

“Cehalet olmasın ama, cehalet olmasın!”

“Güller de olsun.”

“Ve kalpler…”

“Kızlar! Romantik olmaktan hiç vazgeçmeyecek misiniz?”

“Siz erkekler de kan isteyeceksiniz neredeyse!”

“Boşuna heveslenmeyin. Hiçbir şey bilmez gibi bakıyor baksana. Dili de parça parça. İstese de anlatamaz.”

“Gözleri ışıl ışıl yanıyor ama.”

“Gözlerinde ateş varsa anlatacak hikâyesi de vardır.”

“Ne anlatabilir ki bilmediğimiz?”

“Yaşamadığımız ne kaldı ki?”

“Okumadığımız!”

“Yapmadığımız!”

“Düşünmediğimiz ne kaldı?”

“Görmediğimiz!”

“Nefret etmediğimiz!”

“Razı olmadığımız!”

“Başkaldırıp da kabul etmek zorunda kalmadığımız!”

“Ne kaldı ki?”

“Ölmediğimiz ne kaldı?”

“Bize anlatabileceğin ne olabilir ki yabancı?”

“Hayatını!” dedi gözleri çakmak çakmak biri, “hâlâ bir hayatı var. Bize hayatını anlatabilir. Onunkini dinlemedik daha.”

***

Her insan yeni bir hikâye taşır, kendi hikâyesini taşır ve yaşadığı döneme ve sonrasına kendi izini bırakır.

Ferda İzbudak Akıncı’nın geçtiğimiz aylarda Delidolu etiketiyle yayımlanan Kapıdaki Kadın adlı romanında pek çok insanın hikâyesi var. Bu hikâyeler kimi yerde birbirine bağlanıyor, kiminde kesişimler yaratıyor kiminde ise birbirini ıskalıyor. Her birini canlandıran, yeniden buluşturan ve kuran ise Bella adındaki bir kasaba ve toprak oluyor.

KAZA VE ÜÇ GECE

Roman, kahramanı Soyut’un bir kaza sonucunda komaya girmesiyle başlıyor. Burada Soyut’un hayatının aşkı Melike’yi tanıyoruz ve Soyut’un tüm hayatı üç gece boyunca gözlerinin önünden geçerken; Soyut’un yaşadığı kasabaya bir iş için gelen Güzem ile de tanışıyoruz. Romanda ilerledikçe geçmiş ve gün açıldıkça açılıyor ve aşklar, hayal kırıklıkları, özlemler, küllenmiş acılar bir bir gün yüzüne çıkıyor.

Bu arada Soyut’un hayata dönmesini bekleyen bir kadın kapıda dikiliyor ve biz onun kim olduğunu kitapta biraz daha ilerlediğimizde anlıyoruz. Neden beklediğini öğrenmemize ise epey var. Ve kitap boyunca “orman”, “deniz” ve “çöl”lerde, Soyut’un zihninin dehlizlerinde geziniyoruz.

EYLEM VE EYLEMSİZLİK

Soyut’un hayatının aşkı Melike, “başkaldırının, özgürlük talebinin doruklarında gezinen” biri, “yarına ait umudun temsilcisi.” Hayatını tehlikeye atabilen, bir düşün peşinde bir genç kadın olarak çiziliyor Soyut’un geçmişinde. Soyut ise ona ve onun değiştirme isteğine tutkun.

“Onun değiştirme isteği, bazı insanların değil, tüm insanların, bazı çocukların değil, tüm çocukların insan onuruna yakışan bir hayat sürdürebileceği bir dünyaya özgüydü.”


SAYFANIN TAMAMINA ULAŞMAK İÇİN TIKLAYINIZ


Hikâye bu bölümlerinde 80 döneminin atmosferini tanımlıyor. Soyut ise o dönemde adı gibi var oluyor. Soyut o tutkulu gençlerden değil, ancak Melike sebebiyle o dönemki bilgisine kavuşuyor. Tutkusu yine de pek ateşlenmiyor. Teslim oluş ve direnç arasında Soyut, teslim olanlardan değil, akıntının kenarında duranlardan, eyleme geçmeyenlerden.

“Kıyıdaydın, hiçbir dalganın seni içine almasına izin vermedin. Savrulmadın. Kasırgalar ortasında kalmadın. Sarp kayalara çarpmadı seni azgın fırtınalar. Sulara gömüp boğulmanın eşiğine getirmedi. Dağların karlı doruklarına sürükleyip donmanın sızısını damarlarına üflemedi. Etinden et koparmadı yeryüzü canavarları. Ateş sürmedi genç kemiklerinin içindeki iliklerine. Derilerinden su çekmedi erken ölümün vantuzları. Dağılmayı, paramparça olup yeniden bütünleşmeyi bilemezsin. Çünkü hiç yanmadın. Kül olmadın.”

HESAPLAŞMALAR

Soyut’un geçmişinde gezinirken diğer taraftan Güzem’in geçmişine ve onu kasabaya getiren projenin detaylarına hâkim oluyoruz. Burada hikâyeye giren diğer karakterler kâh bu günü bize anlatıyor kah karakterlerin geçmişlerinde gezintiler yapmamızı sağlıyor.

“İnsanın kaybolması diye bir şey yoktu. İnsanlar, başka insanların hayatında, diplerde, uzun ve derin uykularda sessizce bekleyebiliyordu.”

BUĞDAYIN HİKÂYESİ

Romana eşlik eden çok önemli bir diğer hikâye ise buğdayın hikâyesi. Satırlar arasında buğdayın hikâyesine tanık olurken tohumda dışa bağımlılık, genetiği değiştirilmiş tohumlar, bu tohumların kendilerinden sonraki buğday neslini üretememesi, yerli tohumun satışının yasaklanması gibi gıda endüstrisi için önemli insanlık için çok tehlikeli olan gerçekler de bir bir sıralanmış, okurun düşünmesini sağlayacak şekilde sade bir dille anlatılmış. Tüm bunlar çok ciddi ve hayatımızı tehdit eden konular da olsa roman umutsuzluğa izin vermiyor ve mücadeleye devam etmeye çağırıyor okurunu.

“Ve buğday, insanın hayatında bir devrim nedeni, bir dönüm noktası olacaktı.”

DEVRİM EYLEMDİR

Değişim ve dönüşüm tabii ki kolay bir yolculuk değil. Üstelik yol esnasında çabaların yok edildiğine, direnişlerin bastırıldığına da şahit olmak son derece olası. Ancak yine de vazgeçmeden ilerlemeyi, ayrıştırarak değil, bütünleyerek, amaçların ortak paydada buluşarak ortaya konması gerektiğini söylüyor roman bize. Ve devrim için düşünmenin yetmeyeceğini, devrimin eyleme geçmek olduğunu gerek Soyut üzerinden gerek Melike üzerinden gerekse Güzem üzerinden okuyabilme fırsatı sunuyor.

İÇİNDE BULUNDUĞUMUZ KERVANSARAY

Ferda İzbudak Akıncı romanın sonlarına doğru bir Kervansaray’a götürüyor bizi. Bu Kervansaray hayatımız gibi. Yaşam gibi. Korumamız gerekenleri hatırlamak gibi. Özgür olacağımız günleri düşlemek gibi.

“Sana önce bu Kervansaray’da toplananlardan söz etmeliyim. Ama en başından söyleyeyim. Sen neysen buradakiler de o işte. Daha açık söylersem, yoksullar toplanmıştır burada çoğunlukla. İşsizler. Topraksız köylüler. Aybaşını getiremeyen küçük memurlar. İşçiler. Yolunu şaşırmışlar. Neyle karşılaşırsa karşılaşsın yolunu şaşırmayanlar. Hayat yorgunları. Sarhoşlar. Aramızda Vasyalar da var, Sergeyler de Madolar ve Sonyalar… parasız yatılı öğrenciler. İncinmiş genç kızlar. Çok âşık adamlar. Yaralı kadınlar. Yazarlar, çizerler, ressamlar, oyuncular, müzisyenler… Bak, şurada çocukları kayıp anneler oturuyor. Onlar da anlattı burada hikâyelerini. Çocukları öldürülmüş tüm anneler. Anneleri, babaları öldürülmüş tüm çocuklar. Koca bir halk burada. Herkes burada. Yalnızca borsa yok. Döviz yok. Altın yok. Fırtınadan kaçırılacak malımız yok. Yazıklanacağımız paramız da. En değerli korunağımız Kervansarayımız. Çünkü burada toplanıp dışarıdan gelecek saldırılara karşı kendimizi koruyabiliyoruz. Dünya açgözlüler yüzünden hâlâ tehlikelerle dolu. Tüm kapıların açıldığı, bütün duvarların yıkıldığı bir dünyada özgür yaşayacağımız günler gelecek elbette. Ama o zamana kadar biz bu Kervansaray’ı korumak zorundayız.”

Yaşamımızı korumak zorundayız. Ona sahip çıkmalıyız. Kapıdaki Kadın eylem ve eylemsizlik arasında yaşamın eylem gerektirdiğini anlatıyor okuruna…


KELİMELERİN İZİNDE

haraza (I)

a.

1. kavga, gürültü, karışıklık.

2. öfke, sinir.

3. arg. ağız dalaşı, tartışma.

haraza çıkarmak

kavga etmek, gürültü yapmak, karışıklık çıkarmak, tartışmak.

haraza ()

a.

1. büyükbaş hayvanların iç organlarından çıkarılan ve sarılık hastalığına iyi geldiği öne sürülen, öde benzer bir madde.

2. çok semirmiş hayvanların kalbinin çevresinde oluşan yağ.


SATIRLARIN İZİNDE

Evin arkasında bugün artık munis bir tepe gibi uzanan sarp kayalara kadar yürüdü yirmi dört bin yıl kadar önce buzullar. Meşe, gürgen ve çam ağaçlarının donmuş dalları buzun yol açtığı müthiş basınçla kırılıp un ufak oldular, kayalık patladı yer yer, zerreleri paramparça olup dört bir yana dağıldı, aslan, çita ve kazma dişli yaban kedileri haliyle güneye göç ettiler. Sarp kayaların ötesine geçmedi buz. Ve sonra etraf duruldu yavaş yavaş, buz asıl işine döndü, uykuya daldı. Devasa gövdesini binlerce yıl boyunca gıdım gıdım uzatıp döndürürken, altındaki kayaları da işte böyle okşayıp yuvarladı şefkatle. Daha sıcak yıllarda, on yıllarda, yüz yıllarda buzulun üzerindeki su azıcık eridi ve kayaların altına, kumların kolayca akıp gittiği yerlere aktı. Ve böylece buz önüne çıkan her engelde su olup taşımayı öğrendi kendini, ricata geçip akacak yeni yollar açtı önünde, usulca, yılmadan. Daha soğuk yıllarda öylesine oradaydı, olanca ağırlığıyla yattı. Daha sıcak yıllarda eriyip altındaki toprağı ince ince kemirdi yine ve daha soğuk yıllarda, on yıllarda, yüz yıllarda önceden çalışıp açtığı o yollara, o yivlere bastırdı gövdesini var gücüyle, her boşluğu bir bir doldurdu, böyle tutundu buz işte toprağa.

(Gölün Sırrı, Jenny Erpenbeck, Çev. Dilek Zaptçıoğlu, Can Yayınları)


YAZARIN İZİNDE

Jenny Erpenbeck

1967’de Doğu Berlin’de doğdu.

1988-1990 yılları arasında Berlin Humboldt Üniversitesi’nde tiyatro öğrenimi gördü.

1990-1994 arasında ise Hanns Eisler Müzik Yüksekokulu’nda Ruth Berghaus, Heiner Müller ve Peter Konwitschny’nin öğrencisi olarak müzik tiyatrosu yönetmenliği eğitimi aldı.

Bir süre Graz Operası’nda reji asistanı olarak çalıştı.

1990’lı yıllarda öykü ve oyun dallarında ürün verdi.

2008’de yayımladığı ilk romanı Gölün Sırrı’yla dikkat çekti.

Mainz Bilimler ve Edebiyat Akademisi ve PEN Almanya üyesi olan Jenny Erpenbeck, Berlin’de yaşıyor.

Gidiyor, Gitti, Gitmiş yazarın son romanı.

(Kaynak: https://canyayinlari.com )


KİTAPLARIN İZİNDE

Okumanın Riski – Edebiyat Kendimizi ve Dünyamızı Anlamamıza Nasıl Yardım Eder? - Robert P. Waxler (Kafka Kitap, Popüler Bilim)

Bir yaşam hikâyesi yaratma amacı güderek kendimizle ve ötekilerle, kendi hikâyelerimizle ve ötekilerin hikâyeleriyle diyaloğa dayalı bir ilişki içinde yaşarız. Alasdair MacIntyre şöyle demiştir:  “‘Ne yapacağım?’ sorusuna cevap verebilmem için öncelikle şu soruya cevap vermem gerekir: ‘Kendimi hangi hikâyenin veya hikâyelerin bir parçası olarak görüyorum?’”

Okumanın Riski, edebiyatı derinden, yakından okumanın kendimizi ve çevremizdeki dünyayı anlamamıza yardımcı olabileceği fikrinin bir savunması... Nitelikli eserlerin derinlemesine okunması yoluyla modern yaşamın çoğu açıdan daha anlamlı kılınabileceğini öne süren Waxler, bu kitapla sözde “gerçek yaşam”ımıza anlam vermek için “kurguya” ihtiyacımız olduğunu, kurgu okumanın insancıl ve demokratik bir toplum inşa etmek için önemini vurguluyor.

İnsanların “dilsel varlıklar” olduğunun altını çizen yazar, kutsal metinlerdeki Yaratılış kültünden Frankenstein’a, Dövüş Kulübü’nden Yaşlı Adam ve Deniz’e dek pek çok metni analiz ederken, ölümlülüğümüz üzerine düşünmemizi sağlayacak benzersiz bir kapı aralıyor.


Yıldız Patikaları ve Yabani İşaretler - Kayıp Altıncı Hissimizin Anahtarları - Tristan Gooley (Avantür Kitap, Popüler Bilim)

Doğanın işaretlerini okuyabilmek, sesini yeniden duyabilmek, unuttuklarımızı hatırlamak ve geliştirmek için 52 egzersiz.

“Doğa”yı sezgisel olarak algılama yeteneğimiz hâlâ var mı?

Yıldızlara bakarak yön bulabilir miyiz?

Yaban hayat düşmanımız mıdır?

Sincabın bir sonraki hamlesini öngörebilir miyiz?

Avcı-toplayıcı atalarımızın, yaşamlarını sürdürebilmek için doğadaki işaretleri okumaya ihtiyaçları vardı, dahası buna mecburlardı. Bizim alarm kodlarımız ise çok daha farklı işliyor. Modern kodlarımız, kadim yeteneklerimizi yitirdiğimiz anlamına mı geliyor?

Tristan Gooley, bu yeteneğin hâlâ içimizde olduğunu, sadece "altıncı his" olmadığını ve birçok deneme ile yeniden kazanılabileceğini söylüyor. Her bir bölümde kendi deneyimlerinden çıkardığı "ipuçları"nı paylaşarak bizleri pratik bir yol arkadaşlığına davet ediyor; iz sürmenin ve kaplan-güreşinin derin, zorlu dostluğuna.

Bu tür yetenekleri insanüstü algılamamızın tek nedeni, bu farkındalığı, yani doğada bizden gizlenen ayrıntılara duyduğumuz sevgiyi kaybetmiş olmamızdır.


John Cheever - Toplu Öyküler – John Cheever (Everest Yayınları, Öykü)

Edebiyatın farklı türlerindeki eserleriyle tanınan dünyaca ünlü Amerikalı yazar John Cheever özellikle kısa öyküde 20. yüzyılın ustalarından sayılır.

Öykülerinde Amerikan yaşam tarzına ironiyle yaklaşan Cheever, karakterlerini çoğunlukla refah toplumunun çelişkileri içinde bocalayan orta sınıf mensuplarından seçer.

1947 ile 1964 arasında The New Yorker’da yayımlanmış olan, “Yüzücü” ve “Dev Radyo” gibi klasikleri de içeren bu öyküler 1978’de bir araya getirildi ve bir yıl sonra da Pulitzer Ödülüne layık görüldü.

John Cheever’ın öyküleri Tomris Uyar ve Roza Hakmen’in çevirileriyle Türkçede ilk kez tek ciltte yayımlanıyor.


Salinger'in Mektupları - Nils Schou (Nemesis Kitap, Roman)

“Onun yazdıklarının tonu kitaplarındakini yansıtıyordu; kişisel ve dostaneydi; satırların arasında yatan mizahı ve bariz çaresizliği hissedebiliyordun.”

Dan Moller, diş hekimi karısıyla yaşayan başarısız bir yazardır. Kendisi de bir diş hekimi olan Moller’ın aklında edebiyat dünyasında kabul görmek dışında hiçbir şeye yer yoktur.

Bir gün iki Amerikalı, gizemli yazar J. D. Salinger ile Dan Moller arasında geçen filozof Kierkegaard üzerine yaptıkları yazışmaları satın almak için başarısız yazarın kapısına gelir. Amerikalılar yüklü bir meblağ ödemek ve bu hazine değerindeki mektupları satın almak isterler.

Dan Moller bu eşsiz yazışmaları satmak mı isteyecek yoksa eşiyle birlikte Salinger’ı ziyaret edip hayranı olduğu yazarın fikrine mi başvuracaktır?

Okura Not: Nils Schou’nun Salinger’la mektuplaşmaları gerçektir. Salinger’ın Mektupları’nın temelleri bu yazışmalar üzerine kurulmuştur.


Sonsuzluğu Tanıyan Adam – Robert Kanigel (Epsilon Yayınevi, Biyografi)

1887’de Hindistan’ın güneyinde doğan ve Brahman bir ailede büyüyen, spiritüalizmle rasyonellik arasında salınıp duran Srinivasa Aiyangar Ramanujan’ın hayatı, anlamaya ve anlatmaya değer, sıradışı bir matematikçinin gerçek hikâyesi...

Hintli matematikçi Srinivasa Aiyangar Ramanujan’ın sıradışı hikâyesinde, büyük matematikçilerin hayatlarındaki alışılageldik örüntülerden farklı bir şeyler var. Matematik, onun hayattaki en büyük başarısızlığıydı ve bu başarısızlık, matematiğin en büyük başarısı olmasını sağladı. Böyle bir dehâ, elbette bedelsiz olmazdı. Sayılara çocukluğundan beri masallarını dinlediği tanrılara inanır gibi inanan Ramanujan’ın kısa ama şaşırtıcı yaşamı, Hindistan ve İngiltere arasında hem fiziksel hem de zihinsel olarak mekik dokuduğu bu çok özel hikâye, Ramanujan’ın kişiliğine yakışacak şiirsel bir üslupla ve Robert Kanigel’in yetkin anlatısıyla okuyucusuyla buluşuyor.
 


Zamansız – Latife Tekin (Can Yayınları, Roman)

Anlat bana sevgilim, imgeler ülkesine doğru giden bir arabadayız, direksiyon çok hafif, her an savrulabiliriz göğün içine, anlat, yan koltukta zamanı aşmış çılgın bir dinleyicin var, bırak direksiyonu, uçsun arabamız.

Çağdaş edebiyatın büyük yazarlarından Latife Tekin karantina sürecinde yazmaya başladığı bu sürpriz kitabında zamansız, zeminsiz, tanımsız ve insan varoluşunun ötesinde her türden dönüşüme, başkalaşıma açık kadim bir aşk duygusunun izinden gidiyor.

Beden, ten ve zihinde kayıtlı hafıza şiirle titreşip yeryüzünün hafızasıyla birleşirken gölün kalbinden yepyeni bir anlatı doğar: Gelincik ve Yılanbalığı suretinde açan sadece yeni bir hikâye değil kalp çarpıntısının kaydıdır. Göle ve oradan da okuruna akseden prizmatik savruluş.

Editör: Haber Merkezi