Kısa bir süre önce Kafka Kitap etiketiyle yayımlanan Gece Denizi, Epsilon Yayınevi ve Kafka Kitap ailesinden tanıdığımız Şebnem Soral Tamer’in ilk kitabı. Servi adında, 53 yaşındaki bir kadının yaşlandığını hissetmesi ve abartılan “yaşamak” meselesi üzerine hayatının belli anlarını bir deftere yazmasıyla başlıyor. Aslında ilk hedef bu abartılan meseleye kendisinin bir nokta koyması. Sonra iş biraz değişiyor ve hikâye geçmiş anılardan hayat değiştiren yolculuklara evriliyor. Belki de “yaşamak” bu topraklarda yaşanmış ve anlatılmış bunca hikâyeyle birlikte daha anlamlı oluyor. Şebnem Soral Tamer ile ilk kitabını konuştuk.

Kitabın fikri ve konusu nasıl oluştu?

Aslına bakarsanız planlanmış bir şey değildi. Bir akşam iş dönüşü masaya oturdum, bilgisayarı açtım ve yol boyunca düşünüp karakterinin alaycı üslubuna güldüğüm bir hikâye yazmaya başladım. Bitirip bitiremeyeceğim meçhuldü, basılabileceğini de düşünmemiştim… Kendimi rahat bırakıp ilk birkaç sayfayı tamamladım, ara verip metne baktığımda kontrol ettiğim şey “muhteşem” olup olmadığı değil, bunu yaparken kendimi nasıl hissettiğimdi. İyi hissediyordum. Sonra şımarıklığı iyice ayyuka çıkarıp kendini yaşlı hisseden, yalnız, belli ki kaybından korktuğu her şeyi bir bir yitirmiş, epey huysuz, çataldilli, bana kalırsa oldukça komik bir kadının ağzından masallara karışmış bir yaşam öyküsü anlatmak istediğime karar verdim. Onun ikna edici dili, hakkında konuşmak ve okumaktan büyük zevk aldığım masalları ve mitsel anlatıları kolayca roman dahil edip, “Servi nasıl anlatıyorsa öyle olmuştur” dedirtebilirdi. Olmayacak şeyleri olmuş gibi göstermekti tek planım, elimden geldiğince inandırıcı, hatta bizzat benim hikâyem gibi yazmaya gayret ettim. Kolay gibi görünen zordan başlayıp kendimi sınamak istedim.



SAYFANIN TAMAMINA ULAŞMAK İÇİN TIKLAYINIZ



Bir editör olmanızın yazarlığınıza olumlu veya olumsuz etkileri neler oldu?

Eskiden böyle büyük laflar edenleri pek anlayamıyordum ama son sekiz yıldır ben de gerine gerine söylüyorum: İşime âşığım. Beni “daimi öğrenci” kılmasına, gündüzümün gecemin kitap & kitaplar olmasına, aklıma hayalime sığdıramadığım koca koca dünyaları farklı diller üzerinden bana okutmasına ve en nihayetinde bireysel yaratıma da imkân tanımasına bayılıyorum. Bütün bunları yaparken neredeyse otomatize bir biçimde egomu törpülemesine de ayrıca minnettarım; durup durup diyorsunuz ki, “Ne iç âlemler ve ne müthiş anlatımlar var.” Bir yandan da yazmaya başlamış bir editör için bu törpü, bu sürekli torna çok gerekli; bu alandaki ilk eğitimini eski kuşak yayıncılardan almış biri olarak bunun doğruluğuna inanıyorum.

Hikâye mitolojik hikayelerden ve mitlerden örülmüş bir omurga ile devam ediyor. Kültürel Miras ve Turizm Bölümünde de ikinci üniversitenize devam ettiğinizi düşünürsek, bizden önce anlatılmış hikâye ve mitler bugünümüzü nasıl etkiliyor/etkilemeli sizce?

Masallar, mitler, hatta ağıtlar, türküler ve yerel deyişler… Bunların hepsi “sözlü edebiyat” dediğimiz türe bir şekilde dahil edebileceğimiz ya da bilfiil oradan gelen, paha biçilmez yaratımlar. Türk edebiyatında birçok dev isim bunun bilincindeydi; Yaşar Kemal’i, ceplerini sarı kalem ve defterlerle doldurup köy köy gezmeye iten de budur mesela. Geçmişi öğrenmek, aktarılmış ancak çok az kişi tarafından bilinip korunan hikâyeleri bugüne getirmek. Yerel anlatılara, kültüre sahip çıkmak, gömülü olanı kazıp bugüne getirmek ve edebi bir anlatıyla onu daima güncel, bilinir kılmak bence pek çok açıdan oldukça önemli. Ama bir perspektifi seçip açıklamam gerekseydi, günümüz insanının, hepimizin egolarını törpülemedeki başarılarından dolayı büyük önem taşıdıklarını söylerdim.

Kitabın başlarında biraz anlaşılmamış, yabancı kalmış, bu sebeple de acı çeken bir Servi var. Bu yönüyle biraz daha gizli kalmış ve safdil. Ancak gizli kalmış başka hikayelerle karşılaştığında değil de seneler sonra bunları yazarken ölümden yaşama doğru bir dönüş yapıyor. Yazarak bilinçaltına bir yolculuk gibi de bir taraftan… Üstü örtülü olanı görmek insanı nasıl değiştirir sizce?

“Demek gerçekten de bir ihtimal daha varmış” dedirtir bence size, o da ölmek değilmiş. Bu farkındalık, yaşadığınız süre boyunca görmezden geldiklerinizle yüzleşmek, baktığınız yeri “bu kez gerçekten görme” ihtiyacı aşılayabilecek bir şey.

Servi, acı çekme safhasını tamamlamış bir karakter aslında. Sessiz kaldığı, görmezden geldiği süre boyunca, yani bütün hayatı boyunca yapmadıkları ve söylemedikleriyle ilgili bir hesabı var, onu görmeye başladığı an acı çekmekten ziyade acımasızlık güdüsüyle yazmaya başlıyor. Farklılıkları görebildiği yaşlarda kendi de farklı bir tutum takınabileceğini anlıyor ve karşı konulmaz bir biçimde değişip sivri dilli, alegoriye ve ironiye tapan, bana kalırsa epey eğlenceli bir kadına dönüşüyor.

Alıntıladığınız mitlerin kahramanlarında genellikle karanlık, demonik özellikler var. Hikâye ve karakteriniz bağlamında bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Gündelik hayatımızın bir parçası olan canavarların romantize edilmiş hâlleri olduğunu söyleyebilirim. İşten eve gidene dek göz göze geldiklerimin yanında cinin, perinin, alkarısı ya da geçkincilerin lafı bile olmaz! Ben Servi’nin bana kıyasla daha eğlenceli bir hayatı olmasını istedim; canavarlar yine her yerde, ancak onun hayatındakiler hepimizin severek okuduğu kitaplar ve anlatılardan fırlamış. Karakterin diline uygun bir alegori temeliydi bu, ben de sakınmadan kullanmayı tercih ettim.

Kitabınızda da gördüğümüz gibi Anadolu coğrafyası anlatılan hikâyeleri ve efsaneleriyle çok zengin bir coğrafya. Bu durumun edebiyatımızda aldığı yeri nasıl değerlendiriyorsunuz?

80’lerden sonra bu zenginliğin edebi metinlerdeki yerini hakkınca almadığını düşünüyorum. Çok sınırlı sayıda isim yaşananları farklı bir gerçekliğe sarmalayıp kurgu yaratabilmiş, geri kalanı belli yaşanmışlıkların farklı gözlerden anlatımını yazmayı tercih etmiş. Koca Anadolu dururken sadece yaşadığımız şehirlere bakıp, kendi bahçemizi eşeledikten sonra yalnızca oradan çıkanlarla yetinmemizi anlamsız buluyorum. Bu konuda gerçek bir bereket içindeyiz; memleketin dört bir yanı kimselerin bilmediği muhteşem öykülerle çevrili… Mardin’e gidip birkaç gece bir damda uyusanız, Diyarbakır’da bir evin avlusuna çöküp iki bardak acı çay içseniz, sizi kırk yıllık ahbap gibi ağırlayan o tanımadığınız yüzlere şöyle iyice bir baksanız ve bunu yaparken iki lafın belini kırsanız neden söz ettiğimi çok iyi anlarsınız.

Anadolu’ya, İstanbul gibi bir tepeden bakamazsınız, o zaman size sırrını vermez.  Orada bulunacak, gittiğiniz her yerin yerlisi olacak, bunu yürekten isteyeceksiniz. Ancak öyle gönlü olur.

Kitap bir ikincisinin de müjdesini veriyor sanki… Bundan sonra nasıl bir kurgu ve konu bekliyor okurlarınızı?

Gece Denizi’nin sonunda Servi Hanım bir karar verip şunları söylüyor: “Madem gündüz yokken gece belirenler bu kadar gerçekmiş, belki gece görüp hayal sandıklarımın tamamı da gerçektir. Yarın yeni bir defter almak için çarşıya inmeye karar verdim. Şimdiye dek yazdıklarımın çoğunu gündüz gözüyle görüp yaşadım. Yeni defterin sayfalarıysa gece görünenlerle dolacak.” Bunu bir devam kitabı yaratma niyetiyle yazmamıştım ama kitap yayımlandıktan bir süre sonra, bu karakterle yapabileceğim çok şey olduğunu fark edip ikinci kitapta vedalaşmaya karar verdim onunla. Anlayacağınız, sırada Servi Hanım’ın gece defterleri var.



Soruşturma: “O” Hikâyeyi Yazmak – Kamer Yıldız Ok

Hazırlayan: Pınar Altürk Kılıç

Bir yazar yazacağı hikâyenin “o” hikâye olduğunu nasıl anlar, karakterlerini nasıl oluşturur, yazma sürecinde başına neler gelir? Bunlar en çok merak ettiğim konulardandı. Buradan yola çıkarak “O” Hikâyeyi Yazmak başlığı altında yaptığımız soruşturmamızın son konuğu yazar ve yönetmen sevgili Kamer Yıldız Ok oldu.

Hikâyenin ''O'' olduğuna nasıl karar veriyorsunuz?

Aslında her şey birikime dayalı… Beslendiğiniz alanlara, ilgi odaklarınıza, biriktirdiklerinize. Hikâyenin “O” olduğuna karar vermekse başlı başına apayrı bir disiplin. O olmasından öte, “o” olmalı mı diye düşünmek, araştırmak gerekiyor.

Örneğin; “İçimdeki Kırk Kadın” Sevgili Selda Kartal’ın günümüz Türkiye’sindeki zorla ve baskıcı bir tavırla oluşturulmuş “kadın sorunsalı”na odaklanmamızı bekliyordu biz yazarlardan. O sebeple de “Çıt Yok! Fısıltı Var!” başlığıyla kitaba katkıda bulunduğum öykü, ortak tematik bir bağlamda bağımsızca kurguladığım bir öyküye dönüştü. Kendimce karar vermekten öte doğru sebebe ve sonuca bağlanacak mı diye düşünmeyi tercih ediyorum.

Karakterlerinizi oluşturma süreciniz nasıl gerçekleşiyor?

Karakterleri oluşturma süreci, mezunu olduğum Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sahne Sanatları Bölümü Dramatik Yazarlık Ana Saat Dalı’nda eğitmenlerimin öğretileri, klasik karakter oluşturma metotları doğrultusunda harmanlayıp kendimce oluşturduğum temel karakter şablonlarını çıkartmakla başlıyor. Karakter seçimlerim ise toplumun görmezden geldiği, belli bir dönemi temsil eden ya da günümüzün mücadeleci, kaybetmiş yahut varlığı yok sayılmış gerçek ya da kurmaca kişiliklerin doğru tema ve doğru olay örgüsünde mi ya da bu yazında olmalı mı diye karar verme süreci ile oluşmaya başlıyor.

Doğru olay ile olması gereken karakterin iç içe geçmesi ancak bizi doğru yazına götürebilir. Kendimce karakterin olaya/olaylara yön verdiği yazınları yazmaya gayret gösteriyorum.

Karakterlerin kurguda neler yapacağı öncesinde belli oluyor mu? Yoksa yollarına yazmaya başladığınızda kendileri mi karar veriyorlar?

Asla teknik bir çalışma olmadan düz beyaz kâğıdın başına geçip yazabilmeye inanan birisi olmadım. Yazmak kontrollü bir çalışma gerektiriyor. Karakterlerin hangi kurguda olacağı ya da karakterin serüveni boyunca ne yapacağı tabii ki önceden belirlenmiş tema doğrultusunda olmalıdır. Teması, mesajı, önermesi, alt metni, karakter öyküsü belirlenmiş bir kurgunun yazınında her şey tasarlanmış olacaktır ve yazının hâkimiyeti de böylelikle sizde kalacaktır. Yaratım süreci, belirlediğimiz türün, seçtiğimiz dil ve üslubun içinde ve seçtiğimiz tema doğrultusunda ilerlediğimiz sürece yazıda kaybolmamızın da önünü kesmiş olacaktır.

Yazılarınızı nerelerde yazmayı tercih ediyorsunuz? Kendiniz için oluşturduğunuz bir yazma ritüeliniz var mıdır?

Yazılarımı kendi benimsediğim bilgisayarımda yazmayı tercih ediyorum. Asla ilham perisi ya da ritüellere inanmıyorum. Yazabilmek için odaklamak gerekir. Yazmak seçtiğiniz bir meslek ya da geliştirdiğiniz bir yetinizdir. Başka türlüsü benim adıma mümkün değil.



KELİMELERİN İZİNDE

mabeyin

a. Ar.

1. esk. ara.

2. tar. Osmanlı döneminde padişah sarayı.

3. tar. Osmanlı döneminde, padişah sarayında mabeyincilerin bulunduğu daire.

4. tar. eski konaklarda harem ile selamlık arasındaki daire.

5. mec. iki kişi arasındaki soğukluk.


SATIRLARIN İZİNDE

“Sabahın erken saatlerinden beri şehrin üzerini kaplayan yoğun sis yeni dağılmış. İptal edilen vapur seferleri tekrar başlamış. İnsanlar, büyük bir felaketten kaçar gibi itişerek iskeleye doğru koşturuyorlar. Ben öylece duruyorum.

Benim ne geç kaldığım bir işim var, ne de bir telaşım. Vapur iskelesinin yanındaki taşlığa çömelmiş karşı kıyıya, o görkemli saraya bakıyorum, yanımdan geçen insanlar saatlerine bakıyorlar. Ben o sarayın bir zamanlar birilerinin evi olduğunu düşünüyorum, onlar evlerine dönme saati geldiğinde vapurun çalışıp çalışmayacağından endişeleniyorlar. Ben doğumu ve ölümü düşünüyorum, onlar hayatta kalmanın yolunu. Benim aklımda olanlar ve olmayanlar, onların aklında olacaklar ve olmamışlar. Ben hep şimdiki zamandayım, onlar hep gelecek zamanda.

Bu mudur hayat Efsun Abla?”

Başkalarının Tanrısı, Mine Söğüt (Can Yayınları, Nisan 2022)


YAZARIN İZİNDE

Iris Murdoch

1919 yılında Dublin’de dünyaya geldi.

Oxford Üniversitesi, Somerville College’da klasik filoloji okudu.

1944’te Birleşmiş Milletler Yardım ve Rehabilitasyon İdaresi’ne (UNRRA) girdi, Brüksel’de, Innsbruck’ta görev yaptı.

1948 yılında Oxford, St. Anne’s College’da felsefe kürsüsünde öğretim görevlisi oldu.

Jean-Paul Sartre hakkında İngilizcede yayımlanan ilk monografı kaleme alan Murdoch, 1963’te akademiden ayrıldıktan sonra da felsefeyle olan bağını korudu ve edebiyatında iyilik ve kötülük, ahlak ve bilinç gibi felsefi konulara sık sık döndü.

Deniz, Deniz romanıyla 1978 Booker Ödülü’nü aldı.

1982 yılında ABD Sanat ve Bilimler Akademisi onur üyeliğine seçildi.

1987’de Birleşik Krallık tarafından Dame (hanımefendi) unvanına layık görüldü.

1997 yılında Alzheimer hastalığı teşhisi konan Murdoch, 1999’da Oxford’da hayatını kaybetti.



KİTAPLARIN İZİNDE

Annem, Kovboylar ve Sarhoş Atlar – Polat Özlüoğlu (İthaki Yayınları, 2022, Öykü)

Baba, hem uzak hem yakın, hem güçlü hem de zayıf. Sızmış, bulaşmış gibi o. Çıkmayan leke, dolmayan bardak, kıpırdamayan dağ. Ondan olmanın ağırlığıyla ezilen çocuk var bir de. Kimi zaman ona rağmen, kimi zaman ondan yana, kimi zaman ondan beter. İkisi arasında bir dağılma. İçi boş çekirdek kabuklarına benziyor üstelik bu. Baba, her şeyin kanatabildiği ama hiçbir şeyin sağaltamadığı bir yara.

Polat Özlüoğlu, Annem, Kovboylar ve Sarhoş Atlar kitabıyla yeniden merhaba diyor okura. Sesini ailenin tam ortasından yükseltiyor. Kendine has üslubu ve sarsıcı öyküleriyle içine düştüğümüz cendereyi yaşanır kılıyor.


Manuel’in Kitabı – Julio Cortazar (Everest Yayınları, 2022, Roman)

20. yüzyıl edebiyatının en özgün isimlerinden Julio Cortázar’ın bu romanı, ilk defa 1973’te yayımlandı.

Manuel, Paris’te yaşayan Latin Amerika kökenli bir bebek, adına bir kitap yaratanlar da ona daha iyi ve daha eğlenceli bir dünya kurmak isteyen büyüklerdir. Latin Amerika’nın o dönemdeki politik durumuna odaklanan bu deneysel siyasi romanda kahramanlar -hem Manuel hem okurlar için- dünyadaki buhranı gerçek gazete kupürleri ve kaynaklarla ortaya koyarken, estetik arayışların ve devrimci hareketlerin bir boyutu da gözler önüne serilir. Cortázar’ın politik düşüncesini ve edebi çalışmalarını bir arada anlamak için eşsiz bir deneyim.


Küçük Yuvarlak Taşlar – Melisa Kesmez (İletişim Yayınları, 2022, Öykü)

Başlayıp biten aşklar, terk edişler, mutsuzluklar... Annelik halleri, yalnızlıklar, çaresizlikler... Yarım kalan hesaplar, pişmanlıklar... Denize dönüşler, tekrar ayağa kalkışlar... Çocukluktan kalan tatlı hisler, yüzleşmeler, umutlar...

Melisa Kesmez, iç içe geçmiş birbirinden farklı hayatları, kendine özgü diliyle her birine ince ince bakarak, usul usul anlatıyor; insan ilişkilerini bir kuyumcu titizliğiyle işleyip, “büyük resmin” detaylarını ustalıkla ortaya koyuyor. Üstelik doğayı, denizi, güneşi, doğumu ve ölümü de atlamadan...

Küçük Yuvarlak Taşlar, kaybedişlerin ve hayata yeni başlangıçların kitabı...


Sinekkuşu –  Sandro Veronesi (Can Yayınları, 2022, Roman)

2020’de Strega Ödülü’ne değer görülen bu romanı 1960’ların sonundan 2030’lara uzanan bir zaman diliminde, Marco Carrera ve ailesinin üç kuşağının hikâyesini ilişkiler, bağlar, kopuşlar ve kayıplar üzerinden anlatıyor. Marco’nun yaşamı, tuhaf eşzamanlılıklar, ağır kayıplar ve trajedilerle yüklüdür: intihar eden kız kardeş, başka ülkeye göç eden ve yıllarca suskunluğa gömülen erkek kardeş, mutsuz bir evlilik, asla kavuşulmayan, mektuplarla sürdürülen platonik bir gençlik aşkı ve Marco’yu derinden etkileyen bir kayıp. Yazar, etrafındaki her şey değişime uğrarken doğası gereği –tıpkı bir sinekkuşu gibi– sabitliğini koruyan Marco’nun yaşamını sürükleyici bir dille öykülüyor.


 

Editör: Haber Merkezi