Ses kesilince anladı ki kulak, kirli beyaz bir tuğla yığını böldü serkeş bir muhabbeti; tamda can istemişken, koyusuna bir dertleşmenin telvesini... İnsan terk-i suskuyu oynarken seslerin gölgesinde, yalnızlığın sureti suratına vurur beton harman bir duvarın soğukluğunu… Kendine çekilmenin fotoğrafı olursun bir anda; koynunda negatif hüzünler, girersin kutuna... Duvarın gölgesiyle gelen o kirli yapışkan sessizlik, yalnızca sesleri değil duyguları da yok etmişti kuzuların sessizliğinde...

En çok hücrelere yakışır hüznü bir duvarın... En koyu ayrılıkları, en derin sancıları ve en dönülmez gurbetlikleri buraya örer bir duvar ustası; çıkamasın diye insan yanımız, görülmesin diye bir erkeğin gözyaşları. Oysa o duvarı örende, içinde kalanda vaktiyle akıtmıştı gözyaşını şehrin en görünür yerinde; görünmez duvarlar ardında…

Bahçe duvarları vardı bir de, biz çocuk olalım ve erik çalalım diye; Ayşe teyzelerin organik bahçesinden… Düşüp en kırılmaz yerimizi kıralım diye... Kapısını çalalım diye yan komşunun. Çünkü o zamanlar duvarlardı kapıyı kapı yapan; ayrılıklar değil…

Görünmez duvarlar inşa edildi sonra, biz yan yana gelmeyelim diye. Biz aynı şarkının nakaratını birlikte söylemeyelim diye… Dertleşmeyelim diye, sancısını çekmeyelim bilmediğimiz bir yerde bilmediğimiz bir insanın… Görünmez duvarlar örüldü; sanal duyguların teknolojik çukurunda boğulalım ve ağlayanımız bile, iki nokta üst üste ve de yanına dışa açık bir parantez olsun diye…

   Şimdilerde ise bambaşka bir duvar örüldü dışarda ki hayat ile aramıza. Kendimizin örmek zorunda kaldığı. Dışarda ki hayattan hayatımızı sakındığımız, koruduğumuz bir duvar... Evimizin duvarları...

Belki de hayat bize yeni şeyler öğretiyor; acıların orta yerinde bir izolasyon içinde... Acının rengi, kimyası, coğrafyası ne olursa olsun öğretir. Yeter ki kalkmayacak kadar yıkmasın... Öyle zamanlardan geçiyoruz. Bütün dünyanın aynı dilde yaşadığı bir acının orta yerinde çırpınıyoruz... Sığındığımız tek yer evimiz...

Bahar bu kez renkli gelmedi... Bize düşense duvarlarımızın için de umudumuzu yeşertmek... O duvarların içinde yeni bir hayat kurmak; geçici zamanların kalıcı öğretileriyle... Balkonlarımızda koklamak çiçeğin en Nisan kokanını...

Şimdi o duvarların orta yerinde söyleyemediklerimizi söylemek, arayamadıklarımızı aramak, yazamadıklarımızı yazmak zamanı belki de... Belki de empati zamanı; özgürlüğün, en denize hasret zamanlarını kuşanarak... En koşar zamanlarımızı bir kitaba sığdırma zamanı belki... Belki de bir kahvenin telvesine serilen düşler kurma zamanı; hızlı akan anlarımıza katamadığımız düşlerden olan... Şimdi içimizin kayıp coğrafyasına yolculuk zamanı...

Zamanı; geçmeyen anlar tortusu yapmak için değil, zamanı; lehimize işleyen bir düş sayacına çevirmek için olmalı o duvarlar... Gün gelecek o duvarlar bütün duvarların sonu gibi kalkacak ve biz yeniden güneşe kavuşacağız... Ama şimdi camlara gökkuşağı çizme vakti... Şimdi evimizin duvarlarına gülümseyen resimler asma zamanı; küçük ellerden çıkan...