Bu toplumun yakasına yapışan bu melodram hastalığından acaba ne zaman, nasıl kurtulacağız? İyi niyetli örneklerde bile seyircinin hassas karnına dokunma, oradan devşirilen ve sağlıklı biçimde halledilememiş duyguları temel alarak tetiklenecek öyküler kurma çabası var. Bu aslında bir yerden sonra gerçekten rahatsız edici bir izleme deneyimi veriyor. Duygulara seslenen filmler elbette olmalı, insan sonuçta duygusal yönleriyle yaşamı kavramaya çalışan bir varlık. Kendi ruhunun derinlerine duygular üzerinden yolculuk eyleyen ve genelde bu noktada zaaflarına yenilen… Fakat duygular üzerinden kurulan hikâyelerde,  filme yatırılan parayı kaybetmemek için, tutmuş reçetelere yaslanmak da kolaycılık olmuyor mu? Çoğu zaman da izleyiciyi, duygularını sömüren, onu kullanan bir nesneye indirgiyor bu durum.

SAYFANIN TAMAMINA ULAŞMAK İÇİN TIKLAYINIZ

HEP AYNI REÇETE

Babamın Kemanı bu tip ‘formül’ filmlere bizim sinemamızdan yeni bir örnek. Bu film de bir kez daha kanıtlıyor ki galiba bu tür filmler bitmeyecek. Herhalde böyle anlatılara hâlâ gereksinim duyan doyurulmamış sevgi açlığımız yüzünden… İşin ilginç yanı, insan ilişkilerinin de değiştiği, güncellendiği, kendine yeni yollar aradığı ve özellikle modern kent yaşamından çokça etkilendiği bir dünyada yaşıyoruz ama öykülerimiz pek de değişmiyor. Kırk yıl önceki seyircinin izlediği filmlerin yeni versiyonları değil mi bunlar? Oysa Yeşilçam’dan alışık olduğumuz öykü şemalarının böylesine acayip ve modern dünyada yeni bir kavrayışa dönüşmesi, en azından tür içinde kırılmalar yaşanması gerek. Fakat olmuyor işte. Hem televizyonda hem de sinemada hâlâ melodram yükü ağır filmler izliyoruz. Ve hepsi de dönüp dolaşıp merkeze aynı ‘çıkış noktası’nı koyuyor: Aile.

BİR AİLE MESELESİ

Bu, kuşkusuz oldukça geniş bir perspektiften sosyolojik kavramlarla değerlendirilmesi gereken bir konu. Fakat aile olgusunun başlarda teorik olarak, iki binli yıllarla birlikte de somut düzlemde parçalandığı aşikâr. Dahası geçmişten beri ‘aile’ içinde yaşanan her şeyin ‘iyi’ ve ‘doğru’ olmadığını da nicedir Müge Anlı benzeri programlarda  görüp çoğu kez de dehşet içinde izliyoruz. İnsanın insana ettiği kötülükler absürt biçimde önümüzde yaşanırken ajitasyona kayan aile hikâyeleri izleyerek bu rahatsız edici gerçeklikten kaçıp en azından sembolik düzeyde aile kurumunun huzurla tesis edildiği öykülere sığınıyoruz. Ticari sinema bu açıdan –bilerek ya da istemsizce –çift yönlü hareket ediyor: Bu kalıp filmler yoluyla seyirciyi tekinsiz gerçekliğin oluşturduğu sorgulama dalgasından uzak tutarak ehlileştirmek ve insanların aile başta olmak üzere ruhsal dünyalarında oluşan yaraları tatlı tatlı kaşıyarak  geniş izleyici kitlesinden ekonomik olarak nemalanmak. Gerçek hayatta çözülemeyen aile sorunlarını bir tür katharsis etkisiyle filmlerde çözüp rahatlayan insanlarla dolu bir memleket,  bu tip filmlerin sürekli üretilmesini ve her zaman para kazandırmasını sağlamaya yeter elbet.

AYRILAN İKİ KARDEŞ

Babamın Kemanı, bu tabloda görece daha vasat bir yerde duruyor aslında. Sonuçta sinemalarda gösterime girmediği için para kaybı endişesi yok. Bu açıdan daha rahat olması, ele aldığı öyküyü gerçekçi biçimde zenginleştirmesi beklenir. Fakat çocukken ayrılan kardeşler klişesini klasik müzik ögesiyle biraz modernize etmekten başka fikri yok. Muhtemelen bunu yenilikçi bir unsur gibi düşünmüş bile olabilirler. Filmde kenar mahallede keman çalan iki kardeş var. Üvey baba dayağından kaçmak için can atıyorlar. Fakat paraları iki bilet almaya yetmiyor. Büyük kardeş kendini feda ederek küçüğü gemiyle İtalya’ya gönderiyor. Küçük ise abisinin kendisini terk ettiğini sanıyor. Her nasılsa tek başına, dil bilmeden gittiği İtalya’dan bir keman virtüözü olarak dönüyor. 32 yıldır görüşmeyen kardeşleri yeniden bir araya getirecek şeyse, doğru bildiniz, tabii ki ölümcül bir hastalık. Sokakta çalgıcılık yapan Ali Rıza kanser olunca, ülkenin en lüks konser salonlarında müziğini icra eden Mehmet’e ulaşıyor ve ‘Ben ölüyorum, kızım Özlem sana emanet!’ diyor. Mehmet çocukluğundan kalma öfke ve kırgınlıkla müthiş kibirli, sevgisiz birine dönüşmüş. Eşi Suna’nın iyi niyetini filan da görmüyor. Abisine kulak asmıyor ama sonra koşullar bir biçimde yeğeni Özlem’i Mehmet’e getiriyor. Ve bilin bakalım n’oluyor? O megaloman, duyarsız yaratık yeğeni sayesinde eşiyle de arasını düzelterek tekrar aile olmayı öğreniyor. Mutlu son!

Senaryoda yığınla tutarsızlık, mantıksızlık, kimi rollerde anlamsız bir yapaylık olsa da film bağlı kaldığı formülü genelgeçer izleyiciye sunma konusunda pek sorun yaşamıyor. Bolca duygulu müzik kullanarak, oyuncuların abartılı duygusal performanslarına alan açarak, iki kardeş arasındaki klişe gerilimden beslenerek kendini izletiyor. Bu açıdan gerçekten de eski Yeşilçam yöntemlerinden hiç uzak değil. Özellikle de çocuk oyuncunun varlığı filmi ister istemez Yeşilçam melodramlarında karşımıza çıkan Sezercik, Ömercik öykülerine eklemliyor. Burada da bir Özlemcik var. Filmdeki en sahici oyunculuk da muhtemelen Gülizar Nisa Uray’ın kimi zaman başarıyla yakaladığı doğallıkta saklı. Dilerim pek çok çocuk oyuncuyu harcamış televizyon ve sinemamız Gülizar için daha uygun koşullar yaratsın.

VASATLAŞAN PLATFORM

Engin Altan Düzyatan, bir zamanların ünlü şarkısı Fairytale ile Eurovision’u kasıp kavuran Alexander Rybak’in yaşlı ve sakallı versiyonu gibi. Bana şahsen pek inandırıcı gelmedi. Hele onunla ilk karşılaştığımız ve bir müzisyeni orkestradan çıkardığı sahne çok feci. Bu tür özensizlikler, bu müzik türüne aşina olmayanları klasik müzikten soğutur. Film her ne kadar kemancı ile virtüöz arasındaki çatışmadan yararlanmak ve kardeşlerin yıllar sonra nasıl da bambaşka kutuplara –hem de sınıfsal olarak – geçtiğini vurgulayarak seyirciyi etkilemek istemiş olsa da bu yapmacık hâl iyi bir öykü çıkmasını engelliyor. Belçim Bilgin’se kendinden başka bir şey düşünmeyen, hırslı bir erkeğin gölgesinde kalan kadın rolünde gerçekten de gölgede kalıyor. Senaryoda ona ayrılan kısım duyarlı, şefkatli, yardımcı bir eşten ötesine geçmiyor. Toplumsal cinsiyet sorunlarına kısacık göz kırpmak istemişler ama gerçekçi olmayınca işe yaramıyor işte.

Sonuç olarak, yine aynı filmi izliyoruz işte. Hiç değişmeyen hatta giderek geriye giden bir toplumsal yapı içinde herhâlde bu da müstahak bize. İşin ilginç yanı Türkiye’de pazara girdiğinde genç kitleleri sürükleyen Netflix’in giderek orta yaş ve üzeri kesime hitap eden filmlere ağırlık vermesi. Ya gerçekten iyi senaryolar geçmiyor ellerine ya da bu kitleler böyle film izlemez deyip o fikirleri eliyorlar. Yeşil ışık yaktıkları projeler de böyle vasatın altı işler. Yeni kuşakların varlığına güvenip niteliği güçlü filmler görme hayalimiz de başka bahara kalıyor yine.


SİNE-HABER

‘YENİDEN SİNEMATEK FİLMLERİ

İzmir’in sinemayla ilgili önemli etkinliklerinden biri olan Yeniden Sinematek, yeni programlarla sürüyor. Yazları açık hava seyirlerinin yanı sıra İzmir Sanat’ın kapalı salonunda gerçekleştirilen kış gösterimleri de oldukça özenli. Sinematek kültürünü bir nebze de olsa yaşatabilen etkinlik, İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından hazırlanıyor.  Filmler her Pazar 19.00’da ücretsiz olarak sunuluyor.

Şubat ayında eskilerden günümüze oldukça iyi bir seçki var: 6 Şubat’ta gösterilecek ilk film, Alman sinemasının bir dönem şahikalarından Georg W. Pabst’ın dünyaca ünlü filmi Pandora’nın Kutusu (Die Büchse der Pandora, 1929) Amerikan sinemasına damga vuran kara film türüne ilham veren yapımlardan. 20’lerin dünyasını keşfetmek ve bu sessiz filmin harika sinematografisinde kaybolmak çok keyifli olacak.

İkinci filmimiz 13 Şubat’ta gösterilecek müthiş bir Shakespeare uyarlaması. Hem de Orson Welles imzalı. Eşine az rastlanır Macbeth (1948). Üstelik Welles filmde Macbeth’i bizzat oynuyor. Siyah-beyaz görüntülerin gücüne, bir yapıtın sinemaya aktarılırken kazandığı ruha bu filmle tanıklık edin. Hazır Joel Coen Macbeth trajedisini ele alan yeni filmiyle gündemdeyken bu modern klasiği yeniden izlemek ufuk açıcı olacak.

20 Şubat’ta gösterilecek üçüncü film, kendine has mizahı ve entelektüel bakışıyla insanın varoluşunu yorumlayan  deli dolu, ele avuca sığmaz sinemacı Terry Gilliam’ın bilimkurgu başyapıtı Brazil (1985). Uzak bir gelecekte bir devlet memuru üzerinden günümüz toplumunun totaliter yapısını ince ince eleştiren müthiş bir seyir deneyimi. Distopik filmler arasında kuşkusuz günümüz sinemasını etkileyenlerin başında geliyor.

Dördüncü ve son film iki büyük oyuncu Charlotte Rampling ve Tom Courtenay’ı bir araya getiren 45 Yıl (45 Years, 2015). Evliliklerinin 45. yılını kutlayan bir çiftin kutlama planları, erkeğin ilk aşkının ölüm haberini almasıyla sarsılıyor.  Film bir ilişkinin geç anatomisini gözler önüne seren, incelikli oyunlarla karakterlerin yapısökümünü sunan güçlü bir anlatıya sahip. Bu nefis seçkiyi kaçırmayın derim.

DOWN SENDROMLU GENÇLER İÇİN FİLM ATÖLYESİ

Bornova Belediyesi Dijital Film Ofisi, 2010 yılından bu yana geleceğin sinemacılarına yol göstermek, sinema sevgisi kazandırmak ve bu alandaki bilgi birikimine katkıda bulunmak amacıyla çalışmalar yürütüyor. Bu değerli girişimin alanında fark yaratacak yeni projesi İzmir Down Sendromu Derneği iş birliği ile down sendromlu gençler için düzenlenen kısa film işliği.

Katılımcı gençlerin hem kamera arkasında hem de önünde yer alacağı atölye çalışmalarında stop-motion tekniği eğitimi ve uygulaması üzerinde durulacak. Program 12 hafta sürecek. Katılımcıların “hayallerine ve hayatlarına odaklanarak” senaryosunu yazıp çekecekleri filmler 21 Mart Down Sendromu Farkındalık Günü’nde gösterilecek.

Belediyelerin sanatın her alanında toplumla buluştuğu böyle sosyal sorumluluk projeleri üretmesi zor zamanlardan geçen ülkemiz adına önemli girişimler. Dileriz etkinlikler sürdürülebilir yapıya kavuşur ve zenginleşir.