1989’un Mart ayı geldiğinde ülkedeki ilk özel televizyon kanalının kurulmasıyla tek kanal dönemi son bulmuştu. Sabah İstiklal Marşıyla yayına başlayıp akşam aynı şekilde yayınına son veren TRT artık bu mecrada yalnız değildi. Ardı ardına açılan yeni kanallarla artık ne izleyeceğimiz konusunda seçme hakkına sahip olmuştuk. Sonra her şey çok hızlı ilerledi. Darbe yıllarının etkisini yeni yeni atlatan bir ülkede, tek kutuplu bir dünyanın sıradan birer parçası haline gelirken her şey ve herkes, yenilgiye uğrayan insanlığın etrafını sarıp sarmalayacak yeni araçlara duyulan ihtiyacı televizyon fazlasıyla gideriyordu. Bir yandan politik arenaya dair propagandanın aracı olan televizyon bir yandan da yeni bir kültürün inşa edilmesi adına önemli bir yerde duruyordu.

O günlerden bu zamana kadar geçen süre içerisinde televizyonun gelişimi ile toplumsal alanın dönüşümü arasında ciddi bir ilişki ve bağ olduğunun tekrar tekrar farkına vardık. Bu ilişkinin sonuçlarına dair belki de söyleyebileceğimiz ilk şey, televizyonun, toplumsal alandaki çürümenin hem sebeplerinden hem de sonuçlarından biri olduğudur. Televizyonun yarattığı büyü, bu çürümeyi yıllar içerisinde bir yandan koşullarken, bu bozulmanın karşı konulamaz ilerleyişi ile de yeni formlarda karşımıza çıkarak aslında kendisi de çürüme tarafından koşullanmaktaydı. Ve bu döngü her geçen gün bizleri daha akıl dışı ve daha izah edilemez işlerle tanıştırdı şimdiye dek.

Özellikle son yirmi yılda genel olarak medya, özelde de televizyon, siyasal durumun ve iktidarın etkisiyle kendi içerisindeki çatlak sesleri tasfiye edip “çok kanal tek ses” halini aldı. Önceleri öyle ya da böyle duyabildiğimiz kimi farklı sesler yerlerini, yönetenlere yaranmak için birbiriyle yarışan yorumculara, ihaleler kovalayan medya patronlarına, yalanı olağanlaştıran habercilik(!) anlayışına, kin ve nefretten beslenen ve halka ulu orta tehditler yağdıran gazetecilere(!) bıraktı. Siyasal iktidardan aldığı icazetle, yaşanan her gelişmeyi yönetenlerin lehine yorumlayıp, halkı kandırmayı sıradan bir iş haline getiren, bir propaganda aracı olarak yarattığı yalanlarla örülü duvarların ardındaki ışıltılı dünyaları, sürülen sefayı; sokaktaki cefa çeken, işsiz kalan, yoksulluğun altında ezilen halka itibar diye yutturan televizyon; izleyiciyi, karşısına kurulduğu her an; dizileriyle, yarışmalarıyla, birbirinden manasız programlarıyla kendi gerçekliğine yabancılaştırmayı başarabildi.

Evlerimizde çoğu zaman esiri olduğumuz televizyondan ya da her anımıza eşlik eden kimi internet mecralarından başımızı kaldırıp, zihnimizi az da olsa temizlemeyi başarabildiğimiz an, yaşamın içerisinde hayata dair gördüklerimiz farklılaşıyor. O an, çevremizde olup bitene “bakmak” yerine “görmenin” koşullarını var etmeye doğru ilerliyoruz istemsizce. İzleyen değil müdahale eden insana doğru bir değişimin nüveleri kendi bilincimiz dışında derinlerimizde bir yerlerde filizleniyor. Edilgen olmaktan çıkıp etken olmaya doğru alınacak bir yolun başlangıç noktasına yakın bir yerlere sürükleniyoruz. Gerçeklikle olan sınavımız neredeyse o an başlıyor. Etrafı sarılan, zihni bulanıklaşan, kendi gerçekliğinden kopan, vaat edilenin büyüsüne kapılan insanlar olmak ile bilincinin ışığıyla aydınlanan yollara düşen insanın arasındaki mesafe iyiden iyiye açılıyor. İdeolojik bir aygıt olarak medya; soluksuz bir şekilde tüketmemiz, söylenene inanmamız, görünene bağlanmamız üzerine belirlenmiş görevini aksamadan yerine getirirken, insan da bunun karşısında yukarıda da ifade ettiğimiz kendi bilinçli eylemiyle tüketmeme ve inanmama seçeneklerini doğal olarak yaratabiliyor. İnsanın bu tavrı yalnız, gerçekliğin üzerini örtüp halihazırda görüneni gerçek kılan medyanın iktidarına değil, bu koca yalan dünyasının üzerine kurulu olan zevk ve sefanın sahiplerine de önemli bir mesaj oluyor.

Onların televizyonlarının izlenmediği, gazetelerinin okunmadığı, seslerinin duyulmadığı, yalnızca kendilerinin söyleyip kendilerinin dinlediği günler; yoksulların, emekçilerin, kadınların, öğrencilerin itirazlarıyla anlam kazanıyor. Televizyonları kapatarak onlara kulaklarımızı tıkamak, dayanışmadan ve itiraz etmekten vazgeçmemek iyi birer başlangıç olarak yarının özgürlük günlerine giden yolu fazlasıyla aydınlatıyor. Aydınlanmış o yolun sonunun nereye çıkacağını da bugünlerde sokaklardan yükselen ses belli ediyor. Devrin sefasını sürenlere şimdiden iyi seyirler…