Kendini devlet zannetmekte başlayan sendromda olduğu gibi, kendini devlet zannedenin devlet gibi davranmakla devam eden halleri de, yine hukukun konusu değildir ve olamaz da, en azından ikisinin aynı yer ve aynı zamanda, bir arada olması mümkün değildir.

Kendini devlet sanma bir çeşit algılama hatasıdır, bu algılama hatasının bir şekilde gerçeklikle buluşması ise kendisini devlet sanmayan diğer insanların ömrünün ciddi bir kısmının huzursuzluk içinde geçmesi anlamına gelecektir.

Maalesef, kendini devlet sanmanın, gerçeklikle buluştuğu zamanlar vardır. Gerçek hayat, kendini devlet zannedenlerin tahakkümü altına girmişse, diğerleri açısından mutsuzluk, huzursuzluk ve belirsizlik başlamış demektir.

***

Bu sürecin en bilinen belirtisi insanın kendini sürekli bir tehdit altında hissetmesidir. Tüm görüşlerin yok olmasına tanıklık edilir, savunulabilecek tek görüş kendini devlet zannedenlerin görüşüdür. Örneğin, bir çocuk programına bağlanan çocuk seyircinin, Kaz Dağları hakkında çevreyi korumak için söyleyeceği birkaç cümle, o zamana dek gül cemali çiçekler açan spikeri bir anda uyandırır. Tek görüş dışına çıkan her görüş tehlikelidir, Kaz Dağlarında yapılan çevre katliamının dillendirilmesi tehlikelidir, bir çocuk tarafından bir çocuk programında dillendirmesi daha da tehlikelidir. Bunu engellemek için devlet ruhu bir anda spikerin içine girer ve çocuğun sözü hızlıca kesilerek, çocuğum sen bunlara karışma, bu konular seni aşar, çevre koruma bilinci denilen konuyla senin ilgilenme sınırın buraya kadar mealinde bir iki kelam edilerek, sansür yerinde ve zamanında uygulanarak, devlete yönelmiş olan çevre konulu tehlikeli söylem engellenir. Olayın kahramanı kendini devlet zanneden spikerdir.

***

Diğer bilinen en ciddi belirtilerinden birisi de, cehalet veya cehalet kisvesi altına saklanmış kavram yok etme, kavram değiştirme, yanlış yönlendirme veya gerçeklik dışında itilmiş manipülasyondur.

Politik eksende hoşa gitmeyen bir durum mu var, kendini devlet zanneden bir grupla patlat bir televizyon programı, spekülasyon üret, gerçeklikten uzaklaş, insanları hedef al ve tüm tarihsel süreci çarpıt.

Diyelim ki, ülkenizde kadınlar hala istediğiniz kıvama gelmediler, pek de gelecek ve baş eğecek gibi de gözükmüyorlar, kadın cinayetleri de fazlaca görünür olmaya başladı, istismar da, tecavüz de; o zaman ne yapılsın, önce erkeklerden oluşan bir gruba televizyonda İstanbul Sözleşmesi tartıştırılsın, sonra hepsinin erkek olmasına gelen itirazlar üzerine İstanbul Sözleşmesine karşı erkeklerin yanına yine Sözleşmeye karşı veya birazcık karşı birkaç kadını koymak sureti ile zaman zaman tokenizme, yani bir kurgunun, iktidarın veya kurumsal yapının; cinsiyet, din, engellilik, yaş, etnik köken gibi kimliklere karşı duyarsızlık suçlamasından kurtulmak amacıyla tek veya önemsiz görülebilecek sayıda bireyleri saflarına[1] almak sureti İstanbul Sözleşmesine ilişkin tüm tarihsel süreç unutturulmaya çalışılsın.  

Oysa ki, ayrımcılık kararının  “Hükümet tarafından yürütülen reformlara rağmen, geçmiş yıllarda mevcut davada tespit edildiği gibi adli sistemin genel pasifliği ve saldırganların cezadan muaf olması aile içi şiddeti çözmeye uygun adımın atılmasında gereken sorumluluğun alınmadığını göstermektedir” cümleleri ile somuta ulaştığı bir AİHM kararının sonrasında İstanbul Sözleşmesi’nin doğduğu, Türkiye’nin ilk imzacısı ve onaycısı olduğu hakkında tek kelime edilmesi mümkün olmaz.

Kadını şiddetten korumak için yapılan ve birçok devleti bağlayan bir sözleşmenin, hazırlanmasına katkı konulan hangi amaçla hizmet ettiği bilinmez şekilde kaldırılması tartışmaya açılır.

Yakın tarih, kendini devlet zannedenlerin kahramanlığında bahsedilmez bir konu halini almıştır.

***

Küçük bir örneklem kümesinde, bir çocuk ve bir kadın ve bir hukukçu, kendini devlet sanma sendromu ile tanışır, kendini devlet sananlar nezdinde hukuk bir kelimeden ibarettir, çocuk ve kadının varlıkları ise tartışmalıdır.

***

Hukuk metinlerinin bazen hatırlatılmasında fayda vardır:

İnsanlık ailesinin bütün üyelerinde bulunan haysiyetin ve bunların eşit ve devir kabul etmez haklarının tanınması hususunun, hürriyetin, adaletin ve dünya barışının temeli olmasına,

İnsan haklarının tanınmaması ve hor görülmesinin insanlık vicdanını isyana sevkeden vahşiliklere sebep olmuş bulunmasına, dehşetten ve yoksulluktan kurtulmuş insanların, içinde söz ve inanma hürriyetlerine sahip olacakları bir dünyanın kurulması en yüksek amaçları olarak ilan edilmiş bulunmasına,

İnsanin zulüm ve baskıya karşı son çare olarak ayaklanmaya mecbur kalmaması için insan haklarının bir hukuk rejimi ile korunmasının esaslı bir zaruret olmasına,

Uluslararasında dostça ilişkiler geliştirilmesini teşvik etmenin esaslı bir zaruret olmasına,

Birleşmiş Milletler halklarının, Antlaşmada, insanın ana haklarına, insan şahsının haysiyet ve değerine, erkek ve kadınların eşitliğine olan imanlarını bir kere daha ilan etmiş olmalarına ve sosyal ilerlemeyi kolaylaştırmaya, daha geniş bir hürriyet içerisinde daha iyi hayat şartları kurmaya karar verdiklerini beyan etmiş bulunmalarına.[2]