CHP Genel Sekreteri ve İzmir Milletvekili Selin Sayek Böke,  Sosyal Demokrat Dergisi'nden Ece Öztan'a konuştu. Böke verdiği röportajda, ekonomik buhran, pandemi, toplumsal cinsiyet ve bakım ekonomisi, dijital dönüşüm, vergi politikası konuları üzerinden gündemi değerlendirdi. 

İŞTE O RÖPORTAJIN TAMAMI:

Zor zamanlar yaşıyoruz. Pandemi tüm dünyadaki gelir adaletsizlikleri, sınıfsal uçurumlar ve eşitsizlikleri daha da görünür kıldı. Ekonomiye ilişkin çok esaslı sorgulamaların zamanı bu anlamda. Siz hem sosyal demokrat bir siyasetçi hem de bir iktisatçı olarak yaşadığımız dönemden çıkışı nasıl görüyorsunuz?

Dünya ekonomisi uzun süredir düzenin yapısından kaynaklı bir krizin içerisinde. 2008-09’daki finansal kriz, borçluluk üzerine kurulu düzenin tüm aksaklıklarını ve yarattığı ağır sosyoekonomik adaletsizliği görünür kıldı. Egemen güçler, bu krizi aşmak için ihtiyaç duyulan düzen değişikliğini yapmak yerine düzeni devam ettirecek kemer sıkma politikalarına sarıldı ve kriz daha da kalıcı bir hal aldı. Ekonominin ve üretimin kısa vadeci, kar hırsını merkeze alan, emek ve doğa sömürüsüne dayalı olması günden güne ağırlaşan bir yıkım yaratıyor. Güvencesizlik yaygınlaşan bir hayat gerçeğine dönüştü. İklim krizinin etkileri her yerde hissediliyor. Sermayenin azalan karlarını canlandırmak için yaptığı dijitalleşme atılımı üretimde bir devrim heyecanı yaratsa da, düzenin doğası gereği ekonomik gücün yoğunlaşmasına ve yeni tekelleşmelere yol açtı, sınıfsal ve sosyoekonomik eşitsizlikler derinleşti.

Dünya pandemiye işte bu bütüncül ve çok boyutlu yıkımın içinde yakalandı. Tüm diğer krizler gibi pandemi de düzenin bozuk taraflarını ortaya çıkardı. Pandemiyle birlikte -başta sağlık olmak üzere- temel haklar alanında kamunun rolünün özel sektöre devredilmiş olmasının acı sonuçlarıyla yüzleştik.

Krizin bu tarifi bir bakıma reçeteyi de tarif ediyor. Emeğin temel ve kazanılmış haklarının korunduğu, herkesin insanca yaşayacak bir gelire sahip olduğu yeni bir düzene ihtiyacımız var. Herkesin istihdam edilebileceği yeni bir düzene ihtiyacımız var. Ekolojinin büyük bir yıkıma uğramadığı yeşil bir düzene ihtiyacımız var. Yeşil dönüşümü adil ve eşitlikçi kılmaya ihtiyacımız var. Dijital tekellerin, ulusların ekonomik gücünü aşan çok uluslu şirketlerin, kamu kaynaklarını yutan rantçıların, yani bir avuç imtiyazlının yıldan yıla servetlerini büyütmeleri yerine on milyonların temel güvencelere kavuştuğu bir düzene ihtiyacımız var. Temel haklar alanındaki hizmetlerde kamunun rolünü etkinleştirmeye ihtiyacımız var. Özetle çağa uygun, güçlü bir sosyal devlete ihtiyacımız var.

En önemlisi de ekonomi politikalarıyla insan haklarını güvence altına alan hukuki metinler arasındaki kopukluğu gidermeye ihtiyacımız var. Ülkelerin bütçe öncelikleri ve ekonomik-politik tercihleriyle uluslararası sözleşmelerde güvence altına alınmış olan temel insan hakları arasındaki makas günden güne derinleşiyor. İşte bu makası kapatacak bir düzen değişikliğine ihtiyacımız var.

İhtiyacımız, üretimle zenginleşen, bu zenginliği adaletli paylaşan, kapsayıcı, sosyal adalet ilkesine dayalı, eşitlikçi, kamucu, halkçı ve demokratik bir düzen kurmak! Bu düzen değişikliği de halkçı, kamucu, sosyal demokrat siyaseti büyütmekten geçiyor…

Bu kez Türkiye’ye dönerek sormak istiyorum. Kuşkusuz Türkiye ekonomisi, kurumları ve politikalarıyla pandemi döneminin çok öncesinden başlayarak ağır bir çöküş içerisinde. Ekonomide yaratılmış olan bu tahribat, çerçeve değişikliği ile kısa sürede giderilebilecek durumda mıdır? Kısacası yeniden yarına güvenle bakabilmek için nelere ihtiyacımız var? Bugün Türkiye’nin ekonomi siyasetinin yürütücüsü olsanız -ki bunu hayal etmesi bile heyecan verici- değişime ilk nereden başlardınız? Neden?

Türkiye ekonomisi, salgınla derinleşen ama salgından çok daha önce ortaya çıkmış olan bir buhranın içerisinde. Bu buhranın temelinde, AKP iktidarının net siyasi tercihlerle kurduğu düzenin yapısal bozuklukları yatıyor. Bu düzen iki temel unsur üzerine inşa edildi. Birincisi iktidarın kamu kaynaklarının kullanımına, diğeri ise iktidarın milyonlarca yurttaşın temel haklarına dair tercihleri.

AKP iktidarı, hepimizin ödediği vergilerden oluşan kamu kaynaklarını artan bir kararlılık ve hırçınlıkla ranttan yana kullanmayı tercih ediyor. Bu tercih, halkın ihtiyaçlarının yok sayılması ve rantın paylaşıldığı yandaşların öncelenmesi anlamına da geliyor. Kaynaklar sürekli ranttan yana kullanılınca gelir yaratılamıyor ve borca duyulan ihtiyaç ve bağımlılık derinleşiyor. İktidar, borca ve ithalata bağımlı kırılgan bir ekonomik düzen kurarak ekonomiyi döviz-faiz sarmalına sıkıştırdı.

Nihayetinde, bu ranta dayalı ekonomik model 2013 yılına kadar küresel likidite bolluğunun sağladığı imkanların da arkasına gizlenerek inşa edilirken, 2013 sonrasında küresel likidite endişelerinin artmasıyla kurulan bu modelin artık sürdürülemeyeceği ortaya çıktı. İşte bu noktada iktidar, hukuk devletini ve bütçe hakkına dayalı demokrasinin yıkımını hızlandırmayı seçti. Kamu kaynaklarının nereye harcandığına dair kimsenin soru soramayacağı, kimseye hesap vermek zorunda olmayacakları otoriter bir rejimin inşasını hızlandırdılar.

2014 yılı tek adam rejiminin ilk adımlarının fiilen atıldığı bir dönemeç oldu. Makroekonomik verilerde 2014’ten beri istikrarlı bir kötüye gidiş söz konusu. Ekonomideki kötü gidişat, 2018’de tek adam rejiminin resmen yürürlüğe girmesiyle derin bir buhrana dönüştü. Bugün itibariyle Türkiye’de çok yüksek işsizlik, artık dayanılmaz hale gelen bir hayat pahalılığı, yüksek döviz kuru, yüksek faiz, rekor düzeyde bir borçluluk var.

Bu tarif, buhrandan çıkış reçetesinin ne olması gerektiğini de çok net ortaya koyuyor. Özetlemek gerekirse, Türkiye’nin bu derin ekonomik buhrandan çıkabilmesi için köklü adımlar atılması, düzenin değişmesi gerekiyor. Ranttan değil verimli üretimden yana kaynakların kullanılacağı bir üretim ekonomisine, yandaştan değil halktan yana kamu kaynaklarının kullanılacağı bir sosyal devlete geçiş yapmamız gerekiyor. Kamu zararı yaratan tüm projeleri sonlandırarak kamulaştırmamız gerekiyor. Keyfi ve kuralsız şahsım devleti düzeninden hukuk devletine ve güçlü parlamenter demokrasiye geçmemiz gerekiyor.

Bunu bir çerçeve değişikliği olarak değil, “düzen değişikliği” olarak ele almak gerek. Bu bütüncül programı hayata geçirmek ciddi bir siyasi tercih meselesidir. İktidar bunu yapmaz, çünkü bu adımlar atılırsa tek adam rejimini sürdüremez. Ağır ekonomik buhrandan çıkabilmenin esas yolu, iktidarın gelecek demokratik seçimlerde değişerek işsizliği, hayat pahalılığını çözecek ve demokrasiyi yeniden inşa edecek halkçı, demokratik bir siyasi anlayışın iktidara taşınmasıdır. Biz hazırız!

Türkiye’deki yolsuzluk, kaynak aktarımı ve çürümenin Türkiye ekonomisine bedeli ile ilgili bir nicel çalışma var mı? Bu çürüme bizim ve çocuklarımızın neleri kaybetmesine sebep oldu?

İktidarın yandaşlarıyla kaynak paylaşımı için Kamu İhale Kanunu’nda yapılan değişiklikler, Kamu-Özel-İşbirliği (KÖİ) projelerinin döviz bazlı garanti ödemeleri, hiçbir denetime ve şeffaflığa sahip olmayan Varlık Fonu’nu kullandı. Şeffaflık yok; iktidar her şeyi “ticari sır” diyerek gizlemeye çalışıyor. Ancak ne kadar büyük miktarların rantçılara aktarıldığını birkaç örnekle açıklamak mümkün altını; çizelim ki, bu bildiklerimiz kesinlikle buzdağının görünen ucu.

2020 yılının Kasım ayında, TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda sorularımızı yanıtlayan Ulaştırma Bakanı sadece 2020 yılında “kur farkı ve bazı güncellemeler sonucunda” KÖİ projelerine 84 milyar liraya yakın bir kaynak aktarıldığını söylemişti. Bu 84 milyar lira ile pandemi sürecinde Türkiye’deki tüm esnafa 4 ay boyunca aylık 3500 lira karşılıksız destek verebilirdik, ücretsiz izne mahkum edilmiş olan emekçilere 4 ay boyunca aylık 3500 lira karşılıksız nakit desteği verebilirdik, ödemesi yapılmadığı için elektriği kesilenlerin ödenememiş faturalarını ödeyebilirdik, yeni iş aramaya koyulmuş gençlerin her birisine 5000’er lira “hayata atılma desteği” verebilirdik. Yani 5 yandaş şirkete döviz garantili güncellenmiş ödemelere kaynak aktarmak yerine yaklaşık 5 milyon ailenin ağır yükü hafifletilebilirdi!

İktidarın yarattığı kamu zararı maalesef bununla sınırlı değil. İktidar 2019 Şubat’tan 2020 yılının Kasım ayına kadar, kriz yokmuş gibi algı yaratmak uğruna ve bilimle kavga eden faiz-enflasyon ilişkisindeki ısrarı yüzünden 128 milyar dolarlık Merkez Bankası rezervlerini sattı. 128 milyar doların satıldığı süreçte ortalama döviz kurunun 6,28 civarında olduğu hesaplanıyor. 30 Nisan 2021 itibariyle kur düzeyinin 8,26 olduğunu düşünürsek, iktidarın 128 milyar dolarlık rezervi eritmesinin ne kadar büyük bir kamu zararı yarattığını görüyoruz. Dolayısıyla ortada 250 milyar lirayı aşan bir kamu zararı var. Ayrıca bu büyüklükte bir rezervi Merkez Bankası’nın tekrar biriktirmesi yıllar alacak ve Merkez Bankası rezerv biriktirmek için her döviz alımı yaptığında kurun daha da yükselmesi gibi bir ihtimal söz konusu olacak. Unutmayalım ki, satılan 128 milyar dolarlık rezerv 10 yılı aşkın bir sürede biriktirilmişti…

Bir diğer kamu zararı yaratan uygulama da ahbap-çavuş ilişkileri, iktidarın kurduğu torpil düzeni. Birçok farklı kamu kurumundan “Yönetim Kurulu Üyeliği” çerçevesinde AKP yöneticilerinin fahiş tutarlarda maaş ve huzur hakkı aldıklarını görüyoruz. Bu torpil düzeni gençlerde çok büyük bir gelecek kaygısı ve umutsuzluk yaratıyor, sonucunda büyük bir sosyal yıkım ortaya çıkıyor.

Biz bu torpil düzenine son verip liyakata dayalı düzeni kuracağız. Kamu kaynaklarını verimsiz ve kimsenin kullanmadığı pahalı yatırımlarla ranta çevirmek yerine istihdam yaratacak birçok önemli yatırım yapacağız. Devasa kamu zararlarına son vereceğiz. En önemlisi de, halkımızın hak ettiği ortak geleceği hep beraber inşa etmeye başlayacağız.

Pandemi hepimize bakımın, sağlığın, dayanışmanın, diğerkamlığın, müşterekliğin ne kadar önemli olduğunu acı bir biçimde yeniden hatırlattı. Bakım ve ertesi güne sağlıklı ve huzurlu bir şekilde uyanmak yolunda harcanan tüm emeği ve ayrılan kaynakları ekonominin tam merkezine almak nasıl mümkün? Birleşik Krallık Kadın Bütçe Grubu, bakım ekonomisi temelli farklılıkları çok açık verilerle ortaya koyuyor. Ya da İpek İlkkaracan’ın uluslararası alanda güncel bir ilginin konusu olan mor ekonomi modeli gibi modelleri düşündüğümüzde bu konuda Türkiye’de neler yapılabilir? Özetle sizin ekonomi yaklaşımınızda bakım ekonomisinin yeri nerededir?

Kadınların ekonomik özgürlüğünün yolu güçlü bir sosyal devletten geçiyor! Mor ekonomi anlayışı, kuracağımız kamu yararı odaklı, renklenmiş ve canlanmış yeni düzenimizin ayrılmaz bir parçası olacak. Her mahallede kreş, her mahallede geceli gündüzlü yaşlı bakımevlerinin olduğu, sosyal devletin güvencesi ile bakım hizmetlerinin sağlandığı bir gelecek, kadınların ekonomik özgürlüğünü sağlayacağı gibi çocuklarımızın geleceğine ve yaşlıların bugününe de önemli bir katkı sunacak. Tüm bunlarla birlikte bakım hizmetlerinin kurumsallaşması ve güvenceli çalışmanın bu alanda yaygınlaştırılması da ayrıca önemli.

Toplumsal cinsiyet rolleri nedeniyle pandemi döneminde kadınların ev içi ücretsiz, “görünmez” emeği ve bakım hizmeti yükleri arttı. Güçlü bir sosyal devlete artan ihtiyaç bu noktada daha da belirginleşti.

Dijital alan önemli bir dönüşüm içerisinde. Sizce tüm bu dijital dönüşüm sürecinin kamucu perspektiflerle inşası için nelere ihtiyacımız var? Sağlık alanından, eğitime, ulaşımdan, tarıma dijital dönüşüme yönelik kamucu modellerin savunulması için nelere ihtiyacımız var?

Dijital dönüşüm ve yapay zeka uygulamaları yeni bir ekonomik düzeni şekillendiriyor, hayatın her alanını etkiliyor. Dijital dönüşümün kamucu ve eşitlikçi bir çerçeveden gerçekleşmesini sağlamak inovasyon, refah ve kapsayıcılık hedeflerini aynı anda gerçekleştirmeye imkan verecektir. Teknoloji, sosyal eşitsizlikleri derinleştirmeye aracı olmamalı. Teknolojinin imkanlarına her yurttaşın erişimini garanti altına almamız gerekiyor. Unutmayalım ki bugün Türkiye’de derin dijital eşitsizlikler var;  birçok evde hala bilgisayar dahi bulunmuyor.

Bir yandan da insan haklarını koruyan politik ve hukuki bir çerçevenin bu alanda oturması gerekiyor, zira kişisel verilerimiz yapay zeka teknolojisine sahip şirketlerin kar elde etmesi için ihtiyaç duyduğu birer girdi. Ayrıca devletlerin pandemi döneminde yaygınlaşan izleme ve takip uygulamalarıyla kişisel verilerimize erişimi kolaylaşıyor, bunun otoriterliğin bir aracı olarak kullanılması ihtimali de endişe yaratıyor.Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nde (AKPM) bu alanla ilişkili çalışmalar kapsamında ben de “Yapay Zeka ve Sağlık: Önümüzdeki Tıbbi, Hukuki ve Etik Sınamalar” başlıklı bir kararın raportörlüğünü yaptım. AKPM’de kabul edilen bu kararın ve diğer yapay zeka ile ilgili tavsiye kararların tümünde bahsi geçen kaygıları giderecek olan ve dijital dönüşüm ve yapay zekaya özel, küresel yaygınlığı olacak bir uluslararası sözleşme veya benzeri bağlayıcı bir hukuki araç tanımlanması çağrısı yapıyoruz. Türkiye’de de bu yönde hukuki adımlar atılması gerekiyor.

Son olarak vergiler konusuna geçmek istiyorum. Yeni dönemin kamu maliyesi için önerileriniz nelerdir? Tüm dünya servet vergisini, olası rant vergisini tartışıyor. Böyle bir duruşu hayata geçirmek için Türkiye’de nelere ihtiyaç var?

Vergi politikası, sosyal adaletsizliği ve gelir eşitsizliğini gidermek açısından çok önemli bir araçtır. Oysa Türkiye’de çok büyük bir vergi adaletsizliği var. Ülkemizdeki vergi politikası iktidarın sınıfsal ve siyasi tercihini çok net gösteriyor. Dolaylı vergilerin oranı çok yüksek, gelire göre vergi alınmıyor. Toplanan vergilerde dolaylı vergilerin oranı OECD ülkelerinde ortalama %35 iken bu oran Türkiye’de %65 ve üstünde. Üstelik bir yandan rantla zenginleşenlerin vergileri affedilip, silinirken Türkiye’de açlık sınırı altında asgari ücrete mahkum edilen milyonlar vergi ödüyorlar. Ağır bir mali ve sosyal adaletsizlik var.

Ülkemizdeki vergi adaletsizliği çok farklı bir boyutta olsa da vergilendirme tartışmaları dünyanın dört bir yanında sürüyor. AKPM’deOECD’nin bu alanda yürüttüğü çalışmaları da içeren “Vergi Adaletsizliğiyle Mücadele” başlıklı olup bu kurumun bahar oturumunda kabul edilen tavsiye karara sosyal adaletin tesisi perspektifinden bir görüş raporunun raportörlüğünü yürüttüm. O raporda da tartıştığım üzere COVİD-19 salgını, hem ülkemizin hem de dünyanın daha adil, daha eşitlikçi, sosyal devlet ilkelerini yansıtan yeni bir vergi politikasına ihtiyaç duyduğunu ortaya koydu. Yeni vergi politikasının dijital dönüşümle uyum sağlaması, vergi cennetleri peşinde koşmayı engellemesi güncel durumdaki büyük vergi kayıplarını durduracaktır.

Türkiye’de bu kaybın temelinde, iktidarın rantçı sermayeyi zenginleştirmeye dayalı düzenin siyasi tercihleri yatıyor. Biz bu tercihleri değiştireceğiz. Bizim kamu maliyesi, vergi ve bütçe politikamızın temelinde yükü halkın sırtından almak ve rantçı sermayenin bu topluma olan büyük borcunu ödemesini sağlamak var. Aynı şekilde, ülkemizde kalması ve halk için kullanılması gereken tek bir liranın dahi vergi cennetlerine gitmesine müsaade etmeyeceğiz.

Editör: Haber Merkezi