Özer Akdemir - “Bizim köyümüz çok güzeldi. Çok güzeldi…” dedi Şahsenem Dikmenoğlu. 70 yaşlarının getirdiği kırışıklarla dolu yüzünde gitgide büyüyen bir öfkenin izleri vardı. Bakışları ise içinde kopan fırtınaların yankısıyla bir hüzünlü, bir kızgındı. Ama daha çok kırgınlık taşıyordu bu gel-gitler arasında değişip duran bakışlar. Kırgın; madene ‘dur’ diyemeyen köy muhtarı oğluna, yarısı teslim olan köylüsüne, yıllarca güvendiği devlete, herkese…

“Bu tepenin her yanı çamlıktı. Yemyeşildi. Kapınızın önüne çıktığınızda püfür püfür çam kokusu, çiçek kokusu, reyhan, kekik kokusu gelirdi tepeden. Şimdi mahvettiler köyümüzü, mahvettiler!..”

Yunanistan göçmeni şivesiyle konuşurken sesi titriyordu öfkeden. Zor tutuyordu içindekini. Elini ucu oyalı yazmasından çekip sinek kovar gibi salladı havada; 

“Bizi öldürüyorlar bunlar, öldürüyorlar. Üç köyün arasında maden mi olur? Maden mi olur? Çamlarımızı kestiler. Siyanür doldurdular tepemize. Hepimiz hastayız şimdi. Kanserden kırılıyoruz biz. Kanserden ölüyoruz…”

Kamerayı falan unuttu bir anda. Artık öfkesini de, dilinin ucuna kadar gelip içine gömdüğü sözleri de dizginlemiyordu. Öfkesi meşhurdu zaten Şahsenem teyzenin; 

“O başbakan yok mu o başbakan! Sağda solda konuşup duruyor. Gelip bizim derdimizi dinledi mi hiç? Biz ne çekiyoruz burada bilir mi? Biz ölüyoruz burada, o altın peşinde. İnsanlar öbür tarafa ne götürüyorlar ki? Mezara altınla konmuyor kimse, pamukle gömülüyor pamukle”…

Sonra gözlerini fal taşı gibi açıp kameranın merceğine girer gibi, dedi ki; “O başbakan köylünün halini hiç bilmez. Ancak oy istemeye gelince hatırlar köylüyü. Beni dinlesin köylüler ona oy vermesin. Oy vermesin ona! Ne oy vereceğiz. O bizi hiç düşündü mü?”…

*** 

Eski maden işçisi Mehmet Uslu Çamköy’de Çanakkale karayolunun üzerindeki köy kahvesinin yanı başında, loş ışıklı bakkalında sigarasından derin bir nefes daha çekti. “Yaşamaya çalışıyoruz gördüğün gibi” dedi. Yaklaşık 5 yıl önce dalağı alınmıştı. “Siyanür havuzunun suyundan” demişti ilk görüştüğümüzde hastalığının nedeni olarak. Hikâyesini şöyle anlattı; “O zamanlar maden daha yeni yeni çalışmaya başlamıştı. Çevreciler her taraftan eylemler yapıyor, madeni zorluyorlardı. Şirketin müdürleri İzmir’in, ülkenin bütün medyasını çağırdılar. Basının önünde bizi siyanür barajına soktular mayolarımızla. Kendileri de birer bardak su içtiler, göstermelik. İşte benim derdim orada başladı.” Birkaç yıl sonra Mehmet Uslu, halsizlik, yorgunluk gibi şikâyetlerle gittiği doktordan kan değerlerinde anormallik olduğu, dalakların artık iflas etmek üzere bulunduğu teşhisiyle ayrılmış. Maden hemen birkaç hafta sonra işten çıkarmış onu. ”Oysa” dedi, “biz bu madenin zararsız olduğunu göstermek için girdik o siyanürlü suyun içine. Hasta olduğumuzda maden ne yaptı bize, boş bir sepet gibi kapının önüne koydu”…

KARINCANIN KARDEŞİ VAR

Altın Madeni tel örgülerinin hemen yanındaki bamya tarlasında bulduk Sebahat Gökçeoğlu’nu. Madenin, kocaman bir tepe haline gelen pasa yığınlarıyla tarlaları arasında sadece toprak bir yol vardı. Eşi Ramazanla iki büklüm olmuşlar, sarı sıcağın alnında çapa yapıyorlardı. 

Toprak testiden doldurup verdiği suyu içerken “bu sıcakta zor olmuyor mu çapa?” diye sordum. Tam öğle vakitlerindeydi gün ve yel efilemiyordu havada. “Mecburuz” dedi Ramazan Gökçeoğlu, “mecburuz, yaşamak için çalışmaya. Geçimimiz bu bizim”. 

“Bu pasalar dibinize kadar gelmiş. Zararı olmuyor mu ürünlerinize” sorumu Sebahat abla yanıtladı; “Olmaz olur mu? Ürünümüzün verimi yarıya düştü. Dibimizden akan dereye madenin suyunu bırakıyorlar geceleri. Tarlalarımızı bu suyla suluyoruz biz. Hayvanlarımız bu sudan içiyorlar. Zehirsiz olsa, zararsız olsa neden geceleri salıyorlar dereye? Ama sesimizi duyan yok ki…”

Yazmasının üzerine beyaz bir şapka takmıştı Sebahat abla. Testiden su döküp ellerini yıkamasına yardım etti Ramazan abinin. Sonra Ramazan abi aynısını yaptı, tarlanın tozu toprağına bulanmış olan Sebahat ablanın eline su döktü. Tarlanın kıyısında kalmış yaşlı bir zeytin ağacının gölgesine gidip oturdular. Ağacın gövdesine dayalı çıkınlarını açıp serdiler yere. Buyur ettiler bizi. Köy ekmeği, zeytin, keçi peyniri, domates, salatalıktan oluşan öğle yemeğini bizimle bölüştüler. 

Aylardır, yıllardır topraklarında yapılmak istenen altın madenine karşı direndiklerini anlattı Sebahat abla. “Gece gündüz her türlü eylemi yaptık” dedi, “madeni işgal etmemizden tutun, İstanbul Boğaz Köprüsüne topluca çıkıp pankartla yürümeye kadar”. Ekmeğini salatanın zeytinyağına banarken “nüfus sayımlarında saydırmadık kendimizi. Bu maden varsa biz bu ülkenin vatandaşı değiliz dedik. Avrupa’ya toplu iltica talebinde bile bulunduk. Hatta…” dedi Sebahat abla. Duraksadı. Ramazan abiye baktı kaş altından, kızardı; “Köyün adamlarını eylemlere çekebilmek için uçkur grevi bile yaptık tüm kadınlar”…

“Cuk cuk” etti Ramazan abi, başını salladı, güldü bıyık altından. 

Sebahat abla devam etti konuşmasına, “Yine de sesimizi dinletemedik. Tüm davaları kazandık ama adaleti göremedik. Hukuk bir kere uğradı yanımıza, “Bu maden çalışamaz” dedi. Ertesi gün başka raporlar aldılar, kanunlar çıkardılar. Durduramadık madeni. Çalışıyor aylardır tepemizde. Bizse yıllardır yılanın ağzındaki kuş gibi çığırıyik!. Yılanın ağzındaki kuş gibi…” 

***

Verimli Bakırçay Ovasının tam ortasındaki altın madeninin üçüncü siyanür barajı yapılmak istenen açık ocağının fotoğrafını gösterdi Erol Engel. “Üçüncü belamız bu işte” dedi. Yıllardır, madene karşı verilen mücadelenin içindeydi. Bergama Çevre Platformu Sözcülüğünü yapıyordu. “Ovacık Köyünü, Narlıca’yı, Çamköy’ü katlettiler. 8 yıl çalışıp gideceğiz diyorlardı, 15 yıl oldu gitmediler. İki siyanür barajı yaptılar, ikisi de doldu. Cevheri bitirdiler burada. Şimdi Kozak Yaylasını, fıstık çamlarını bitirmek istiyorlar. Burasını siyanür işleme üssü haline getirdiler. Kozak’tan, Havran’dan cevheri buraya taşıyıp, burada siyanüre bulayıp altını ayrıştırıyorlar” dedi. Madenin bu barajla ömrünü 13 yıl daha uzattığını anlattı. 

Çamavlu Köylülerinin meralarına rüzgâr enerji santrali yapmak isteyen şirketi kovdukları gün “bu daha başlangıç, gözlerimiz kulaklarımız bunların üzerlerinde olacak” dedi Bergama’nın genç belediye Başkanı Mehmet Gönenç. Ayvalık’tan, Dikili’den, İzmir’den, Burhaniye’den destek için gelenlere teşekkür etti.

Erol Engel, en önde kadınlar olmak üzere, Çamavlu köyü kahvesi önünde el ele tutuşup barikat kuranları gösterip dedi ki; “Ovacık’ta gerilettiler bizi belki ama Çamavlu’da dikildik yine karşılarına. Çünkü karıncanın kardeşi var…”


İZ DERGİ'YE İZMİR'DEN YA DA ŞEHİR DIŞINDAN NASIL ABONE OLUNUR? TIKLAYIN

SUNU YAZISI İÇİN TIKLAYIN

Editör: Haber Merkezi