Ender Gündüz / İz Dergi - Çepeçevre Yaşam televizyon programının hem yapımcısı hem sunucusu, Evrensel Gazetesi’nin ülkenin dört bir yanındaki çevre mücadelerini izleyen ve belki de en çok gezen muhabiri, ‘Anadolu’nun Altındaki Tehlike’ ve ‘Kuyudaki Taş’ kitaplarının yazarı, aynı zamanda gazetemiz  köşe yazarı Özer Akdemir’i ayağında Artvin Cerattepe’nin tozu, elinde HalkEvleri’nden aldığı ödülle İz Dergi'nin Nisan sayısında ağırlıyoruz. İşte size, Bergama’dan Allianoi’ye; Efem Çukuru’ndan Çamlı Barajı’na; Kaz Dağları’ndan Cerattepe’ye; Karaburun’dan Hasankeyf’e; Nevşehir’den Sinop Gerze’ye; ‘Çok gezen çok üzülür’ diyen bir çevre gazeteciliği ve mücadelesi…

Okurlarımıza kısaca kendinizi tanıtır mısınız?

1969 Nevşehir Hacıbektaş doğumluyum. Hacettepe Üniversitesi Eğitim Fakültesinden mezun oldum. 1998 yılından bu yana gazetecilik yapıyorum. Gazeteciliğe Evrensel'in Zonguldak muhabiri olarak başladım. Zonguldak maden işçilerinin büyük Ankara yürüyüşünün sonrasına denk gelen bir tarihte, maden işçilerinin mücadelesi ve yaşamlarını anlatan haberlere yoğunlaşmıştım daha çok. 2000 yılında taşındığımız İzmir'de de Evrensel İzmir bürosunda muhabirliğe devam ettim. Bu süreçte Bergama köylülerinin yaşam alanlarını altın madenine karşı koruma mücadelesi en dinamik dönemini yaşıyordu. İzmir'e geldiğimizde Bergama köylüleri Çanakkale'ye yürüyorlardı. Bu tarihte Bergama köylü hareketi ve altın madeni karşıtı mücadeleyi izleyerek başladığım çevre gazeteciliğini günümüze kadar devam ettirmeye çalıştım.

Gazetecilikte yoğunlaştığım birkaç konuyu da derli toplu bir belge olarak kalması için kitaplaştırdım. Uşak Eşme Ulubey arasındaki, Avrupa'nın en büyük altın madeni olan Kışladağ altın madeninin işletilmesi süreci ve mücadeleleri ekseninde, ülkemizde, Kıbrıs'ta ve Bulgaristan'daki altın madeni karşıtı mücadeleyi ele alan, “Anadolu’nun 'Altın'daki Tehlike / Kışladağ’a Ağıt” kitabım Nisan 2011 de Evrensel Basım Yayın tarafından basıldı. Yine aynı yıl Bergama köylü hareketinin sönümlenmesinde çok önemli bir rol oynayan Bergama köylülerinin Alman Vakıfları tarafından desteklendiği iddiasını ele aldığım “Kuyudaki Taş / Alman Vakıfları ve Bergama Gerçeği” isimli ikinci kitabım da Kasım 2011'de çıktı.

Hayat Televizyonu’nda da kurulduğu 2008 yılından bu yana Çepeçevre Yaşam adlı haftalık bir programın yapımcı ve sunuculuğunu yapıyorum.

Birçok yere gittiniz, kaleme aldınız. Türkiye’nin son 20 yıl içinde karşı karşıya kaldığı çevre sorunlarının nedeni sizce nedir? Çevre mücadeleleri yeterli mi? Nasıl olmalı?

Ülkenin neresinde bir ekoloji mücadelesi varsa oraya gitmeye çalıştım. İnanın, her yer yangın yeri gibi! En güzel köşelerimiz, barbar bir talanın elinde adeta can çekişiyor. Bu durum gözlerden kaçırılmak isteniyor ama gerçeklerin üzerini örten bu sis perdesi bile artık talanın, yıkımın boyutları karşısında çaresiz kalıyor.

Çevre sorunlarının da, emeğin sorunlarının da, özgürlüklerin önündeki engellerin de temel kaynağı tek kelime ile ‘Kapitalizm’dir. Sürekli kar, sürekli sömürü üzerinde şekillenen bu sistem, dediğiniz gibi ülkemizin son 20 yılında yer altı-yerüstü zenginliklerimizin sömürüsüne yöneldi. Madenler, sular, ormanlar, kıyılar, koruma altında olsun olmasın kültürel değerler yağmanın yeni kurbanları yapılmak isteniyor. Geçmişteki hükümetlerin yanı sıra son 14 yıldır AKP hükümeti eliyle yürütülen bu saldırılar, halkın yaşam alanlarını, sağlığını, geleceğini yok oluşa sürüklüyor.

Ülkenin onlarca köşesinde siyanürlü altın işletmeciliği ile topraklarımız zehirleniyor. En son Artvin halkının günlerce süren direnişine hep birlikte tanıklık ettik. Yerli-yabancı sermaye 25 yıldır Cerattepe'ye girmeye çalışıyor, 25 yıldır direniyor, geçit vermiyor Artvinliler. Geçtiğimiz yıl iki kere gittiğim Artvin'e bu ayın (Mart) ortalarında yine gittim. Altın madenine karşı açılan davanın bilirkişi keşfi içindi bu son gidişim. 7'den 70'e bir kentin nasıl her türlü ayrımı reddederek yaşam alanlarını korumak için birleştiğine bir kez daha tanık oldum.  

Dünyanın en güzel köşelerinden birisi Artvin... Bakmaya kıyamadığımız ormanlara, çiçeklere, yaylalara gaz bombaları, iş makineleri, elektrikli testereler, plastik mermi hoyratlığı ile girdiler geçtiğimiz haftalarda. Her taşın altından, her ihalenin ucundan çıkan AKP'li bir holding patronu kasasını doldursun diye Cerattepe’ye, Artvin'e kıyıyorlar. Emirleri altındaki güvenlik güçlerini, Anayasa'nın 'sağlıklı bir çevrede yaşama hakkı' olarak tanımladığı ödevlerini yerine getirmek için, dünyanın en meşru, en güzel, en görkemli direnişi ile korumaya çalışan Artvinlileri eze eze yapıyorlar bunu. Ülkenin, dört bir yanında durum bu aslında... Artvin'de koca bir kent ayakta, diğer yerlerde halkın mücadelesi daha yerel, daha cılız, fark bu sadece.

Öte yandan, dereler HES’lere kurban ediliyor. Termik santraller havayı, yaşamı, geleceği karartıyor. Nükleer bir kabusa ramak kaldı. Temiz, yenilenebilir enerji kılıfı altında köylülerin meralarına, tarlalarına el konuluyor. Halk topraktan, tarım ve hayvancılıktan koparılıp bu projelerde ucuz iş gücü, ücretli köle haline getiriliyor. Sonra da Soma'da olduğu gibi iki kuruş ücrete, yeraltına sokulup, iş güvenliğine para harcama zahmetine girilmeden katlediliyor!

Özeti; 14 yıldır AKP hükümeti eliyle yürütülen saldırılar, halkın yaşam alanlarını, sağlığını, geleceğini yok oluşa sürüklüyor.. Bu saldırılara karşı direniş ancak Bergama köylüleri gibi, Artvin gibi, Sinop Gerze gibi topyekün bir mücadele ile olanaklıdır. Bakmayın şu anda Artvin halkının geri çekilmesine. Kentteki polis-jandarma işgali elbette bitecek. Benim tanıdığım Artvinliler Cerattepeyi Cengiz'e yar etmezler.

Halkın bu destansı direnişine karşılık onların örgütleri, siyasi parti ve diğer kurumların yeterince destek olamadıklarını düşünüyorum. Varlık nedenlerinin gereğini yerine getiremiyorlar. Sermayeye karşı tüm canlı yaşamının, halkın, kamunun, doğanın korunmasından daha önde gelecek ne gibi bir siyaset anlayışı olabilir ki? Halk orada gaza, plastik mermiye direnirken ülkedeki tüm siyasi örgüt, parti, kurumların basın açıklaması, oturma eylemi, açlık grevi gibi pasif desteklerden öte yapacağı şeyler mutlaka olmalıydı. Tüm üyelerini yaşamdan yana politik bir duruş adına Artvinlilerle, yaşam savunucuları ile dayanışmak için alanlara çağırmalıydılar diye düşünüyorum.

İzmir özelinde çevre katliamları uzun bir süredir devam ediyor. Bu konuda birçok haber yaptınız. İzmir’in çevre sorunlarını anlatır mısınız?

İzmir ülkemizin en güzel köşelerinden birisi ama aynı zamanda en şanssız illeri arasında... İzmir’in içme sularının bulunduğu havzada, Efemçukuru köyünde Kanadalı Tüprag Şirketi 4 yılı aşkın bir süredir altın madenciliği yapıyor. Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu ‘havama, toprağıma, suyuma sahip çıkacağıma namusum şerefim üzerine söz veririm’ demişti ama o maden yıllardır üretim yapıyor. Sulardaki kirlilik bilimsel olarak raporlandı. Kentin sularından sorumlu İZSU altın madenine gidip denetim yapamıyor. Bu madenin çalışabilmesi için 300 bin kişinin içme suyunu sağlayacak olan Çamlı Barajı’na AKP Hükümeti izin vermediğini kaç İzmirli biliyor ki?

Cerattepe Artvin'e 16 km uzaklıkta, kente su sağlayan kaynaklar orada. Aynı şekilde Efemçukuru da İzmir'e 20 km yakınlıkta. Suyunu, çocuklarının geleceğini kirlettirmemek için Artvinliler gibi direnmek zorunda İzmirli.

Yine Aliağa-Foça arasındaki sanayi kirliliğinin had safhada olduğu herkesin malumu. Bu yetmezmiş gibi o bölgeye 7 tane daha termik santral yapımı planlanıyor. Hatta birisi yapıldı bacası tütüyor aylardır. İzmir'in havasının bu bölgedeki sanayi kuruluşları tarafından kirletildiği de bilimsel olarak ortaya kondu. Maalesef kentin yerel yöneticileri burada da sınıfta kaldılar. Hem bu gelişmelere göz yumuyorlar, hem şirketlere gerekli kolaylığı gösteriyorlar. AKP iktidarından halkın yaranına bir politika yapma umudundan geçeli çok uzun zaman oldu ama muhalefet partilerinin elindeki belediyeler bari halkın yanında dursunlar. Bu çok mu zor! Yerel iktidarların dayandıkları siyasi anlayışının temelleri göz önüne alındığında ancak anlaşılabiliyor olan biten. Yani özünde yok birbirlerinden farkları. O da sermayenin iktidarı, bu da "majestelerinin muhalefet partisi"!...

Bergama yakınlarındaki Allianoi antik kenti “Sağlık Tanrısı Asklepion’un yurdu” olarak biliniyor ve şu an Yortanlı Barajı sularının altında. Bu konu hakkında düşünceleriniz nelerdir?

Allianoi hepimizin utancıdır. Çocuklarımıza teslim etmemiz gereken bir kültür mirasının sulara gömülmesine engel olamadık. AKP'nin bu ülkenin doğasına, toplumsal yaşamına, eğitimine, kültürüne verdiği zararı bugüne kadar hiçbir iktidarın vermediğini düşünüyorum. Aynı utancı kadim Anadolu'nun en eski kentlerinden Hasankeyf'te de yaşatmak istiyorlar bizlere. Bari buna izin vermeyelim!..

AKP iktidarlarının zararlarını telafi etmek için ülkenin çok uzun yıllar her anlamda rehabilitasyondan geçmesi gerekiyor. Tabii bu iktidarın yaptığı yolsuzlukların, usulsüzlüklerin, haksızlıkların ortaya çıkarılması için de üniversitelerin kürsüler kurması, bunun için idarenin "Yolsuzlukları Araştırma Bakanlığı" düzeyinde bir yapılanmaya gitmesi gerekecek. Durum bu kadar vahim!

Unutamadığınız bir anınız var mı?

Anı çok. İz Gazete'ye yazdığım "Çok gezen çok üzülür" başlıklı yazıda da bu konuya değinmek istemiştim aslında. İşimiz gereği çok gezince çok şeye tanıklık ediyorsunuz. Memleketin, dünyanın hali de ortada olunca, bu da sizi çok üzüyor. Çok gezen çok üzülürün esprisi bu.

2011 yılında gittiğim Küba'da, dünya kültür mirası olarak ilan edilen National Parkın yanı başında, Kanadalı bir altın şirketi ile karşılaşmak ilginç ve bir o kadar da acı bir anıydı benim için. Şirketin idari binalarının üzerinde Che Guevera'nın "Hasta la Viktoria Siempre" sözü vardı. Türkçesi "Zafere kadar daima" olan bu söz, Che'nin Küba'dan ayrılıp diğer Latin Amerika ülkelerinde devrimi gerçekleştirmek için giderken Fidel Castro'ya yazdığı veda mektubunun son cümlesidir. Bu sözü, sosyalist olduğunu söyleyen bir ülkede, Kanada gibi madencilikte bütün dünyayı azgınca sömüren, kirleten emperyalist bir ülkeye ait şirketin duvarında görmek benim açımdan çok üzücü bir anıdır. Kapitalizmin yok edilene kadar tüm değerlerimizi kendi zaferi için sömürmeye devam edeceğinin kanıtıdır bu.

Çok yerler gezdiniz, en güzeli neresi, neden?

Bu soruya da bir anıyla yanıt vereyim. Cumhuriyet Gazetesinde uzun yıllar muhabirlik yapan dostum Ozan Yayman'la Urla taraflarında bir habere gidiyoruz. Yol güzergahında bir taraf yemyeşil orman, bir taraf masmavi deniz. Hava da pırıl pırıl bir Ege havası. Kendisi de Ege'li olan Ozan, "Şu güzelliğe bakar mısın?" dedi, manzarayı göstererek, "Cennet burası işte". Ozan'a "Sen bizim oraları gördün mü de böyle konuşuyorsun" dedim. Ozan, İç Anadolulu olduğumu biliyordu, şaşırdı. "Ne var ki sizin orada. Orman var mı?", "Yok", Deniz", "O da yok". "Eeee o zaman cennet nerede?" dedi. "Bozkır var" dedim Ozan'a. "Bizim  cennetimiz de orası".

Şimdi bizim cennetimize de altın madencileri geldiler. Kayseri-Nevşehir il sınırının tam üzerinde, tek damla suya hasret bozkırda, yeraltından saatte 216 bin litre su çekerek, açık havada siyanürle altın işletmeciliği yapıyorlar!

Arkadaşlar çoğu zaman takılırlar bana, "ne kadar şanslısın, ülkenin en güzel yerlerine gidiyorsun" diye. Oysa ben bu durumun bile ülkenin ne kadar kötü yönetildiğinin bir kanıtı olduğunu düşünüyorum. Bizim program çevre sorunları ve buna karşı halkın mücadelesini konu edinir. Demek ki ülkenin en güzel yerlerinde bu sorunlar yaşanıyor...

Çevre muhabiri olmanın farkı nedir?

Haber ve programlarımızın konularının hepsini bugün yaşam savunusu, yaşam nöbeti diye adlandırdığımız çevre hakkı, ekoloji mücadeleleri oluşturuyor. Açıkçası başka konulara zaman ayıramayacak kadar ekoloji mücadelesi gündemdeki yoğunluğunu sürdürüyor. Halk yaşam alanlarını sermayenin saldırılarından korumak için canını dişine takarak mücadele etmeye çalışıyor. Biz de bu tarihsel mücadeleyi layıkıyla yansıtmaya, basının her türlü baskı ile susturulduğu ya da sermayeden yana yayın yapmaya zorlandığı koşullarda gerçeğin sesi olmaya çalışıyoruz.

İyi bir çevre muhabirinin doğayı sevmenin yanı sıra onu korumak için mücadele etmesi gerektiğini de düşünüyorum. Aktif mücadeleden bahsediyordum. Doğa, tarih, canlı yaşamı, kültür, tüm bir eko sistem gözünüzün önünde yok ediliyor, acımasızca sömürülüyorsa sizin, bir gazeteci olarak sadece bu durumu aktarmanız yetmez bence. Bunu durdurmak için verilen çabalara kendi çabanızı da katmalısınız. Bu anlayışla Ege Bölgesindeki ekoloji mücadelesi verenlerin örgütü olan EGEÇEP'de de görev alıyorum. Yıllardır yürütme kurulu üyeliği yaptığım platformun, iki yıl da sözcülerinden birisi olarak mücadeleye katkı koymaya çalıştım. En büyük özlemim ise tüm ülkedeki ekoloji mücadelelerinin birleşmesi, ortak bir mücadele ekseninde, aynı direniş hattında yan yana durabilmeleri. Ekoloji mücadelesi ile ilgili bunca yaşadıklarımızdan ve yazdıklarımızdan öğrendiğim şey; ortak mücadelenin zorunluluğu.

Son bir söyleyeceğiniz var mı?

Eğer insan doğanın parçası olmayı başaramazsa doğa bir yolunu bulur ve insansız yoluna devam eder. Bu kadar yalın ve korkutucu bir gerçek bu...

 

Yani; son sözü doğa söyler!..

Editör: Haber Merkezi