Netflix, Türkiye yayınları için sevgililer gününü boş geçmeyelim demiş ve bu projeye nasıl olduysa yeşil ışık yakmış. Bu modern Kerem ile Aslı hikâyesi de hayata geçmiş böylece. Tabii hayata geçince ‘hayat’a geçiyor mu, orası meçhul. Gerçi Netflix onay vermeseydi muhtemelen sinemalarda izlemek durumunda kalacaktık. Yüzlerce salonu kapatarak daha iyi filmlerin gösterim şansını elinden alan anlamsız filmlerden biri de bu olacaktı. Sonuçta ister sinema olsun ister dijital platform, ne yapıp edip çektikleri bir film daha eklenmiş oldu vasat ticari sinemamızın romantik komedi kulvarına.

SAYFANIN TAMAMINA ULAŞMAK İÇİN TIKLAYINIZ

Yanlış anlaşılmasın bu tür filmlerin üretilmesinde bir sorun yok. Bu türün her şeyini belirleyen Amerikan sineması örneğin, yüz yıldır çiftler arası kavuşmalardan örülü bir romantik film külliyatına sahip. Ve yüzlerce zırva film üretirken bir yandan da genel seyirciye hitap eden ama derli toplu, ne anlattığını çok iyi bilen filmlere kucak açıyor. Zaten keyifli sinemaseverin kendini bulduğu filmler de işte bu kucak açılan bir avuç güzellikten doğuyor.

SİZ BUNU AŞK FİLMİ Mİ SANDINIZ?

Bizim filme gelince, aslında senaryo tercihleriyle baştan aşağı eleştiriyi hak ediyor, neresinden bakılsa oturmayan, inandırıcı olmayan bir yapı söz konusu. Hâl böyle olunca özellikle de kadın seyircinin zaaflarına oynayan bu tip filmlerin üretilmesi; aslında kadın-erkek arası ilişkileri manipüle etmeye, iyi niyetli, olumlu mesajlar veriyormuş gibi yapıp toplumsal cinsiyet rollerini tekrarlayarak seyircinin zihnini bloke etmeye yarıyor. Bu yüzden bu tip yapımlarda insana dair güçlü bir kavrayış, aşk denen o acayip olguyu çözümlemeye dönük bir çaba ve derinlik tabii ki bulamıyorsunuz. Gerçi genel seyirci bunları aramıyor, iki saatlik bir eğlence içinde filmdeki karakterlerin peşinde hayallerini tatmin eden, kısa süre onu oyalayan ve yeni hayaller kurmasını sağlayan bir yapıyı bile isteye izliyor diyebilirsiniz. Haklısınız, ama sorun da zaten burada değil mi? Bu tip yapımların formüle ettiği bir ilişki yapısını izlemek, günlük hayatta gerçek ilişkiler yaşarken kişiliğimizi göstermemek, rol yapmak için hayali dayanak noktaları sunuyor bize. Daha kötüsü romantizmin bu filmlerde sunulduğu gibi olduğu yargısı perçinleniyor ve aşk ilişkileri gerçeklikten kopuk bir yavanlığa hapsediliyor. Bunu kırmak için gereken şeyse, sevabıyla günahıyla aşk denen muammayı yüreklice ele alan yapımları desteklemek, onlara dair ilgiyi artırmak. Yeni dönem ticari sinemamızda henüz buna dair güçlü eğilimler söz konusu değil.

Filme gelince, Kerem ile Aslı, birbirine deli gibi âşık olacak çiftimizin adları, fakat malum Kerem ile Aslı anlatısıyla ilgisi yok. Filmde iki yerde espri malzemesi olmaktan başka anlamı da yok. İki karakter her nasılsa bu ülkede genç yaşta başarıya ulaşmış ve lüks içinde yüzen evlerde yaşıyor, çoook büyük şirketlerde çalışıyorlar. Kerem reklamcı, bu işin kurdu olmuş mübarek. Aslı da moda tasarımcısı. Filmin girişinde yeni bir kreasyon tanıtıyor, şirketin sahibi giysileri sunan kızları izleyip ‘hemen üretime geçilsin’  diyecek 'kadar bön.. Aslı’nın bir de hobisi var, sanalağda bir sayfa açmış, adı ‘Aşk taktikleri’. Burada kadın dayanışmasına örnek sergileyecek biçimde aşkın anlamsızlığından dem vurup, her şeyin taktik, istatistik ve statik olduğu bu dünyada kadın yoldaşlarına öneriler sunuyor, aman erkeklere dikkat edin diyor. Yakın arkadaşlarından biri âşık olduğu erkek tarafından yüz üstü bırakılınca sinirlenip kendine bir av seçmeye karar veriyor. Planı bu avı kendine âşık etmek ve canına okumak. Bunu yaparken de tüm ayrıntıları internet güncesinde takipçileriyle paylaşacak. ( Sayfası da maşallah milyonlar tarafından takip ediliyor.)

Bu sırada diğer kahramanımız Kerem bey de şirkette çalışan arkadaşlarına aşk dersi vermek istiyor, ona da bir av lazım. Derdi, her kadının ona âşık olabileceğini göstermek. Ama beyimizin aşkla hiç alışverişi yok. Kadınlar çevresinde pervane, biri gidip diğeri geliyor ama bu ukala, tek gecelik bilemedin iki gecelik görüşmelerden sonra sırra kadem basan tiplerden.

NEYŞINIL AŞKIFİK” BELGESELİ MAŞALLAH

İşte hikâyenin çıkışı burası. Bu iki aşk manipülatörü bir partide karşılaşacaklar. Birbirlerini beğenecekler, av olmaya uygun gördükleri diğerini âşık edecekler. Hikâyenin devamı nasıl gelişiyor derseniz, tahmin etmekte zorlanacağınız pek bir şey yok.  Aslında Yeşilçam sinemamızın âşina olduğu o oyunlardan biri oynanıyor yine. Zengin arkadaşlarına kendini kanıtlamak için bir delikanlıyla aşk oyununa giren kadın kahramanları anımsayın. Buradaki tek fark, gelirdeki değişim. Kerem de Aslı da değirmenin suyunun nereden geldiğinin belli olmadığı bir rahatlık içinde. Bu dönemde bu kadarı için muktedirlere yönelik 'gizli bir yandaşlık olması gerekir. Hadi burayı es geçelim, ikisinin de çalıştıkları şirketin işleyiş ve yönetim açısından pespaye sunumu, inandırıcı olmaması başka bir konu. Bir reklam işi alıyorlar örneğin ve kısa süre sonra anlıyoruz ki iki şirket de bu marka için çalışıyor. Hâliyle kahramanlarımız da bu iş boyunca karşılaşıp duruyorlar. Dahası markanın sahibi zengin gevşek de firmalardan birini satın almış ve kızını müdür yapmış. (Bu arada zengin abimizin adı Servet. Bu yaratıcı ismi bulmak epey zor olmuştur.) Bu kız da (Meltem) bizim Kerem’e yanık değil miymiş? Bak sen şu işe?

Kerem Aslı’yı oyuna getirmek isterken hoop âşık oluyor. Aslı’da durum farklı mı? Belli etmiyor ama kendini kaptırmış bile. Oyun devam ettiği için de aralarındaki çatışma sürüyor. Ta ki âşık olduklarını birbirlerine itiraf ettikleri gecenin sabahında Aslı yakın arkadaşını ortada bırakan kancığın Kerem olduğunu öğrenene dek. Bu arada kancayı Kerem’e atmak için fırsat kollayan Meltem de boş durmuyor ve filmin ‘kötü adamı’ pardon ‘kötü kadını’ olarak çifte, Yeşilçam günlerinden kalma bir sürpriz yapıyor.

UCUZLAŞAN NETFLİX TÜRKİYE

Sonuçta filmin görece genç ve geniş kitlelere hitap ettiğini bir tarafa koyalım. Ama el insaf kaliteli bir şey hak etmiyor mu bu gençlik? Hele yeni nesil, Z kuşağı filan gibi bir hedef kitlesi söz konusuysa ve kadınların yeni dönemde güçlenen hareketine de göz kırpmak istediyseniz hangi akla hizmet bu düşük seviyeli senaryoyu filme çekiyorsunuz anlamak zor. İşin kötüsü, film daha çıkar çıkmaz sosyal medyada genel olarak beğenildi ve filmlerde ilk sıraya oturdu. Fakat Netflix’in program müdürlerine sormak lazım. Özel, ayrıcalıklı, nitelikli işler aracılığıyla televizyon kanallarına alternatif oluşturmak için yola çıkılmış bu platform böyle filmlere yer vererek büyük kısmı yandaş Türk televizyonlarındaki berbat diziler seviyesine inmiyor mu? Gerçi yönetmen genel olarak bahsi geçen türde TV dizilerinden (Sefirin Kızı, Sen Anlat Karadeniz, Güllerin Savaşı vb.). Oyuncularımız da öyle. Demet Özdemir örneğin o kötü mü kötü, tahammül sınırlarını zorlayan No.309’la parladı. Filmin senaristi Pelin Karamehmetoğlu ise vasat TV dizilerinde parmağı olsa da Yüzleşme, Atiye gibi bir ölçüde daha iyi işlere imza atmış bir isim. Dolayısıyla yeni gençlerin nabzını daha iyi yoklayacak bir senaryo üretilemez miydi?

SONUÇ: KLİŞE BİR AŞK (FİLMİ)

Burada şunu da eklemek gerek, filmde Aslı’nın skor peşindeki Kerem’i hicvederken ağzından düşürmediği klişe lafıyla dolu bir senaryo var ortada... Aşk filmi deyince, aynı taksiye binme, aynı ortamda bulunup karşılaşmama, finalde hatasının farkına varıp peşinden koşma gibi akla gelebilecek unsurlar filmde aynen karşımıza çıkıyor. Sonra o ünlü Hayalet (Ghost, 1990) filmini andıran bir çömlek yapma sahnesi var. Anneden kalan bir piyano, çocuk yaşta yalnız kalan bir erkek evlat, kendi başına ayakta durmayı başarmış genç şehirli kadın falan filan… Kadınları meta olarak gören karakterimiz de meğer aşka inanmadığı için böyleymiş. Çocukluktan anne sevgisinden mahrum kalınca - çünkü anne terk etmiş onu- kadınlara bağlanamıyormuş. Hımm, bu derin psikolojik analizi de senaryoya yedirdiğimize göre artık erkek karakterimizi de iyileştirebiliriz. Bunlar yetmezmiş gibi finalde sinema tarihinin en güzel aşk filmlerinden biri olan Breakfast at Tiffany's'e de yer vermişler ya çıldırmamak işten değil.

Aşk Taktikleri, bırakın aşka, aşkın güzelliklerine dair bir film olmayı sevgililer günü denen bu çakma kapitalist gün ve haftanın bile içini dolduracak özelliklere sahip değil. Belki hercai kimselerin beğenip sevebileceği bir Hollywood taklidi olarak belli ölçüde akıp gidiyor amenna, ama sonuçta ne damakta ne dimağda geçerli herhangi bir iz bırakabiliyor. Unutulup gitmeye baştan yazgılı filmlerden biri olarak…


SİNE-ANEKDOT

Filmlerin üretilmesi başka bir iş, pazarlanması ise daha başka. Bol gişe gelirli filmlerin seyirciye ulaşması için sarf edilen çaba bazen inanılmaz hikâyeler doğurabiliyor. İşte sessiz sinema günlerinden kalma bir öykü. Dönemin en iyi halkla ilişkiler ve pazarlama uzmanlarından Harry Reichenbach, 1920’de Tod Browning tarafından çekilen ve başrolde Priscilla Dean’in yer aldığı İstanbul Bakiresi (The Virgin of Stamboul) filmini bakın nasıl tanıtmış:

“1919 yılında sinema basın sözcüsü olan Harry Reichenbach’tan The Virgin of Stamboul adlı filmin ön reklamlarını yapması istenmişti. Egzotik bir mekânda sıradan bir romantik öyküydü ve genellikle göz alıcı afişler ve reklamlarla işe başlanırdı. Ama Harry asla böyle çalışmazdı. Meslek yaşamına bir karnaval çığırtkanı olarak başlamıştı ve halkı kendi çadırına çekmenin tek yolunun diğer çığırtkanlar arasından sıyrılmak olduğunu biliyordu. Harry, Manhattan’da yaşayan sekiz Türk erkeği buldu ve film stüdyosunun temin ettiği deniz yeşili bol pantolonlar, altın hilalli türbanlar giydirip, söyleyecekleri her sözü, her davranışı dikkatle prova ettikten sonra pahalı bir otele yerleştirdi. Biraz da Harry’nin desteğiyle bir Türk delegasyonunun gizli bir görevle New York’a gelmiş olduğu haberi tüm gazetelere sızdı.

Muhabirler otele akın edince, kentte bulunuşu sır olmaktan çıkan misyon şefi Şeyh Ali Ben Muhammed onları odasına davet etti. Türklerin renkli giysileri, selamlaşmaları, ritüelleri gazetecileri etkiledi. Şeyh New York’a geliş nedenlerini açıkladı. Sari adında İstanbul Bakiresi olarak tanınan genç ve güzel bir kadının kardeşiyle evlenmek üzere sözlendiğini ama kentten geçen bir Amerikalı askerin ona âşık olup evinden kaçırdığını, Amerika’ya getirdiğini anlattı. Genç kadının annesi üzüntüden ölmüştü. Kaçak çiftin New York’ta olduğunu öğrenen şeyh ise onu geri götürmek için gelmişti.

Şeyhin anlattığı romantik öykünün büyüsüne kapılan muhabirler birkaç gün boyunca İstanbul Bakiresi haberleriyle sütunlarını doldurdular. Şeyhin resimleri Central Park’ta çekildi ve New York sosyetesi seçkinleri onu ağırladı. Sonunda ‘Sari’ bulundu ve basın şeyhle histerik genç kızın (egzotik yüz hatlarına sahip bir aktrist) buluşmasını derhal haber yaptı.

Kısa süre sonra The Virgin of Stamboul adlı film New York’ta gösterime girdi. Filmin öyküsü gazetelerdeki ‘gerçek’ haberlere benziyordu. Bir rastlantı mıydı? Gerçek öykü bu kadar çabuk film yapılmış olabilir miydi? Kimse bu sorunun yanıtını bilmiyor ama aldırış etmiyordu. 1920’de The Virgin of Stamboul gişe rekorları kırdı.” (*)

(*) Baştan Çıkarma Sanatı, Jost Elffers, Robert Greene, Altın Kitaplar, İstanbul, 2019, s. 658-9