Tanıklık ettiğimiz çağı kader diye önümüze koyanlar, uzunca bir zamandır kendileri için yarattıkları cennetin sefasını sürerken, halkın fıtratına ölümü ve yoksulluğu kodluyorlar. O devasa şatafat, o sınırsız sefa, o bitmek bilmeyen lüks, o utanç verici görgüsüzlük; bu çağın tanıklığını boynumuza ağır bir yük ediyor. Her televizyon kanalında beynimizi yiyorlar, her an karşımıza çıkıp, kendilerinin halka biçtiği kadere razı gelmemizi istiyorlar. Yoksullaştırıyorlar, yoksunlaştırıyorlar, yok sayıyorlar. Ve yalan söyleyip inanmamızı bekliyorlar. 

Betona gömülüyoruz. Kentler, yaşarken konulduğumuz mezarlıklar gibi. Beton yığınları arasında her nefessiz kalışımız, onların zenginliğine zenginlik, sefasına sefa katıyor. Dağlar, ovalar, akarsular talan ediliyor. Maden ocaklarıyla, santrallerle kuşatılıyoruz. Ormanlar gasp ediliyor, ağacın yeşili soluyor. Kurdu kuşu küstürüyoruz. Trenler raydan çıkıyor, caddelerde bombalar patlıyor. Ve biz ölüyoruz. Elde avuçta kalmayınca, öğretmen olup da atanamayınca, atanamayıp fabrikalarda üç kuruşa çalışınca; kolumuzu kapan makinadan, intihardan, kanserden ölüyoruz. Evet, evet kanserden ölüyoruz, cebimize üç beş kuruş para sıkıştırmaya çalışırken birileri. Bilmem kaç yıl önce daha fazla yumurta alabildiğimizi söylerken başka birisi, her şeyin yolunda gittiğini anlatmak isterken kendince; yüzündeki o pis sırıtmanın, bizden aldıklarının keyfi olduğunu biliyoruz. Yalanla sınanıyoruz. Gazete sayfalarında, medya kuruluşlarının ışıltılı plazalarında köşe, yer ve koltuk kapmaya çalışırken birileri, şekilden şekle girip, bin bir yalana ikna etmeye çalışıyorlar bizleri, görüyoruz. İlk değil elbet, dün ak dediğine bugün kara diyenlerin arsızlığı.

Sokaklarında kadınlar öldürülüyor kentlerin. İyi hal indirimli katiller, tecavüzcüler her yerde. Her yer suç mahali. Dünya yangın yeri; büyük göçlerin, sürgünlerin, savaşların o korkunç alevleri ile yanıyor. Sınır boylarında geleceği ve umutları tellere takılıp kalan çocukların çaresizliğine, ağlamaklı gözlerine, yaşlarından büyük sözlerine şahidiz. Çocukluk masalları savaşlara kurban gitmiş, büyüyememiş, yaşından büyük ölümlerle sınanmış çocuklara…

Gözün gördüğü ne varsa yaratan işçilerin alnından süzülen terin gaspına şahidiz. Alacaklarını isteyen kadın işçiye sokak ortasında saldıran patronu görüyoruz. Alın teri kadar kutsal şimdi, o kadının yüzündeki kan. Biliyoruz. Madende göçüklere, kaza süsü verilmiş ölümlere bakıyoruz. Haber bültenlerinde kaza diye geçer patronun tüm ihmalleri. Ölüm, alnında yazı işçinin. İhaleler, vergi afları patronluğun “şanından”. Yağmurun değdiği topraklardan yayılan o güzelim koku gibi, emeğin kokusu var Anadolu’nun dört bir yanında. Seyrediyoruz rüzgârın emekten yana döneceği günlerin doğum sancısını. Kire pasa bulaşmadan, eğilip bükülmeden yarına yürüyenlerin, en güzel hikâyelerinin yanı başındayız şimdi.

Ne güzel demiş Hasan Hüseyin; “Yaprak döker bir yanımız, bir yanımız bahar bahçe” diye. Bir yanımız korkunç karanlıklar olsa da bir yanımız baş eğmez umut. Dünyanın sokaklarındaki o coşkun öfke ve dipdiri inanç ile yeniden sarılıyoruz bir yandan yaşama. Şili’nin sokaklarından yükselen insanlığın marşlarını duyuyor, Lübnan’ın meydanlarında kendilerine kader diye biçilen ne varsa alaşağı eden insanlığın coşku ve inancını görüyoruz. Karanlığın en dibindeyiz, yani aydınlığa en yakın yerde. Cesaret ve inatla yoğrulmuş umut ile kol kola girip, şairin "güneşli güzel günlerine" yürüyor insanlık. Dünyanın güzel günlerine... Cehalete bulanmış karanlığın üzerine, bilimle, akılla, vicdan ve onurla yürüyor. Diz çökenleri yok, dünyayı cennete çevirmek isteyenlerin. Yalvaranları, af dileyenleri, eğilip bükülenleri yok. Kendisine siper ettiği aklı ve vicdanı ile erdemli olabiliyor insan. Onurlu kalabiliyor.

Çağın tanıklığını yapıyor insanlık. Ve henüz söylenmemiş iki çift sözü var, yarına umutla yürüyenlerin.