Bu yazının tüm hikâyesi doğru düzgün izlemediğim televizyonu açtığım o akşam başladı. Tam da bir süredir kafamda planladığım yazıyı yazmak üzere harekete geçeceğim günlerde Fatih Terim’in milli takımdan ayrıldığını öğrendim bir televizyon kanalında. Tabi yazıya dair tüm planlarım alt üst oldu. Bir futbolsever olarak Terim’i ekranlarda daha az görecek olmak hayli hoş bir haberdi aslında. Ama meselenin öyle böyle bir ayrılık olmadığını anlamak çok uzun sürmedi. Terim milli takımdan öyle bir ayrılmıştı ki böyle ayrılığa can kurban dedirtecek cinsten. Çalışmadığı zamanların alacağı olan 3,5 milyon Euro’yu da cebine koyarak bilmem kaçıncı kez milli takımdan ayrılıyordu Çeşme fatihi.  Meslek hayatı kısa süreli kesintileri bir tarafa bırakacak olursak Galatasaray ve milli takım arasında gidip gelerek geçen ve bu yolla koca bir servet elde eden Terim’in damatlarının bilmem kimi için Bodrum’dan Çeşme’ye mekân basmaya gidişi de memleketin tuhaf işler gündeminde Terim lehine hayli yer işgal etti. Yaptığı hiçbir işte normal bir seyir göremediğimiz medyamız ise Terim’e ekran ve sayfalarında bu külhanbeyliğini bizzat Terim’in kendisi tarafından meşrulaştırmasına da fırsat verircesine yayınlarına devam etti. Siyasetten spora, medyadan diğer birçok alana kadar her yerde prim yapan kabadayılık ise yine yapanın yanına kar bırakarak geçti gitti gündemimizden. Açlık sınırının altında milyonlarca çalışanın ve milyonlarca da işsizin olduğu bir ülkede, işleri için (yani çalışmak, emek vermek için) açlıkla kendilerini ölüme yatıran Semih ve Nuriye’nin gözlerinin önünde bir adam hiç çalışmayacağı günlerin bedeli olarak milyon Euroları cebine indirip öylece çekip gitti yeni maceralarına. Muhtemelen birkaç sene sonra tekrar milli takımın başında göreceğimiz günler gelene kadar… Her toplantısına, her sözüne vatan millet diye başlayıp, sürekli bir şeylerin kutsallığından bahseden, kasadaki milyon Eurolardan ise hiç bahsetmeyen adamlardan huylanmak için çok sebebimiz var. Bir kez daha anladık. 

Terimden sıkılıp kanalları şöyle bir gezeyim derken yağmurdan kaçıp doluya tutulmanın ne olduğunu tecrübeyle sabitlemiş oldum. Bir kanalda Bülent Ersoy ve benzerlerinden oluşan bir ekibin yaptığı gezi programına denk geldim. Aklında kalan ne var derseniz; bol görgüsüzlük ve hangi dilde olduğu belli olmayan İngilizce görünümü verilmiş bir konuşma biçimi… Sürekli sahip olduğu servetten dem vuran Bülent Ersoy’a tahammül ise doğrusunu isterseniz hayli zor. Kendisinin bu performansıyla milli takım teknik direktörlüğünü hak ettiğinden emin olabilirsiniz.

Ha bu arada Maçka parkında genç bir kadın şort giydiği için “ahlak zabıtası” bir güvenlik görevlisi tarafından “bu şekilde burada gezemezsin” denilerek parktan çıkartılmaya çalışılmış. Bir haber bülteninde hızlıca ve öylesine geçen bir haberde izledim. Neyse, kim ne derse desin bu işgüzar güvenlik görevlisinin tavrının bireysel bir tavır olduğuna memleketin siyasal iklimini de göz önünde bulundurursak inanmak mümkün değil. Başlı başına politik bir tavır… Tüm tacizcilerin, tecavüzcülerin, kadın katillerinin takındığı türden… Haber bülteninde eksik kalan, üzerinden atlanan, söylenemeyen kısım da işin bu kısmı. 

Duymayan kalmamıştır herhalde “cihat” dersi de müfredattaki yerini alıyor. Pek yetkili bir ağızdan da “cihatı bilmeyen matematiği öğrense ne olur”  gibi akıl dolu bir lafı duymuş olduk. Yandaş medyanın alkışları, kimi merkez medya unsurlarının da yorum yapmayan, sadece aktaran, bu yolla etliye sütlüye karışmayan habercilik anlayışı ile servis edilen bir haber olarak okuyup izledik bu ortaçağdan kalma açıklamayı. Hatırlatmak gerekir ki matematik senin eline düşünce böyle oluyor, bilim senin elinde kıymetsiz… Matematiği bilmediğin, felsefeden bihaber olduğun, antropolojiyi hiç duymadığın, fizikten ya da sosyolojiden hiç anlamadığın, bunların hepsinden nefret ettiğin için cahillikte sınır tanımıyorsun, sen de haklısın. Siyasal alandaki dönüşüm eğitim ve diğer alanlardaki bu türden değişimlerle çevresine sağlam zırhlar örerken toplumsal alanı da kendilerince yeniden dizayn etmenin yollarını üretmeye devam ediyor. Bu suskunluk devam ederse diye söylüyorum. Çocuklarını karanlığa teslim etmek istemeyenlerin yapabileceği çok şey olsa gerek.

Cumhuriyet gazetesi davasını da tv kanallarından iyi kötü izlemeye çalıştık, olmadı. Elde kalan bir iki muhalif gazeteden sağlıklı bilgiyi edinebildik ancak. Ahmet Şık’ın mahkemedeki tarihi konuşmasına şahitlik ettik insanın o uzun mu uzun serüveninin bir yerlerinde.  

Söylenecek çok söz, yapılacak çok şey var, insanca bir yaşam, hak, hukuk, adalet, eşitlik ve özgürlük için. Bu topraklarda olmayan ne varsa insana dair, hepsi için yapılabilecek onlarca şey var.  “Tamam, ama ne yapabiliriz” diyenlerle çok karşılaştım. Bu soru karşısında her zaman verdiğim cevapları bir kenara bırakarak söylüyorum. Anlatılan kendilerinin hikâyesidir. İnsani olana yaraşmaz. Görgüsüzdür, duygusuzdur, karanlıktır, buram buram hamaset kokar. Bizden kendimize yabancılaşmamızı ister, bizleri programlanmış robotlara döndürmek ister. Tam da bu yüzden televizyonları kapatarak başlayabiliriz.