Dünya ve Türkiye gündeminin en önemli başlığı olan aşı ile ilgili tartışmalar sorunlar çözülmüş değil. “Büyük ülkeyiz, yerli ve milliyiz” söylemleri boşa çıkmış, yerli ve milli bir aşı üretecek bir yerimiz dahi yok.

Türkiye’ye 130 milyon doz aşı getirilmesi gerekirken, nedense 3 milyon doz aşı getirilebildi? Gelen aşı nereden geldi? kimlere hangi süreçlerde yapılması…gibi sorunlar hala çözülmüş değil.

Gelen aşıların, iktidara yakın kesimin hizmetine sunulduğu iddiaları her gün sosyal medya da gündem olurken, tepkilerinde ardı arkası kesilmiyor.

Tepki çok mu? çok!

“Vergimizi ödüyoruz, askere gidiyoruz…Bize neden böyle zulüm yapılıyor?” diye soran yurttaşlar, bu sorunun yanıtını alamadıkları için tepki çok ama çok…

Şunu hemen ortaya koymak gerekir ki, bu iktidarın doğru bir sağlık politikasının olmadığı biliniyordu ve pandemi sürecinde apaçık ortaya çıktı.

Muhalefetin sert eleştirilerine rağmen, Şehir Hastanelerine son dönemde aktarılan paralar, bütçeyi hortumlayan bir kara deliğe dönmüş durumda.

Barışa, dostluğa, havaya, suya, çevreye kısaca insanlığa düşman kapitalist sömürü anlayışından kaynaklı çarpıcı bir sorun ise Patent Hakkı şeklinde ortaya çıkıyor.

Aşı bulan ve patentini eline geçirmek için gözünü kar hırsı bürümüş ülkeler ve onların şirketleri arası rekabet yüzünden halk sağlığı ve bilim geri plana atılmış durumda. Milyonlarca insanın yaşam hakkı şirketlerin vicdanına terkediliyor. Böylesi olağanüstü durumlarda Patent çöpe atılmalıdır diyorum.

Dünyanın, pandemi sürecinde utanç verici bu anlayıştan süratle uzaklaşması ve insanlığın, bilimin ortaya koyduğu aşıya ulaşması gerekiyor.

Çünkü bu bir insanlık sorunudur!

Bakın öngörüsüzlüğün ortaya koyduğu acı bir gerçekliği de anımsatmak isterim. Türkiye Halk Sağlığı Kurumu veya halk arasındaki adı Hıfzıssıhha Enstitüsü olarak bilinen, aşı üreten bir bilim kurumunun hiçbir gerekçesi olmadan kapatılması veya kapattırılması durumu mercek altına alınmalıdır.

Cumhuriyetin kurulduğu yılların başlarında 27 Mayıs 1928’de Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü adı verilen Türkiye’nin ilk halk sağlığı laboratuvarı hizmete girdi. Enstitü hızlı yayılan enfeksiyon hastalıklarıyla mücadele etmeye başladı. 1931 yılında, ağız yoluyla uygulanan BCG Aşısı üretimine başlanıldı. 1932 yılında, serum üretiminin ülke ihtiyacını karşılayacak düzeye gelmesi sonucu, dışarıdan serum ithali durduruldu…Bu çok önemli Bilim kurumunun yaptıkları saymakla bitmez.

Belli ki birileri Türkiye’de dün araba, uçak, yüksek teknoloji üretmesini nasıl engellediyse, bugün de  aşı üretiminin yapılmasını engelliyor. Bilim üreten ülke olmasını istemiyorlar. Ne yazık ki birilerinin gözü kör, kulağı sağır.

Nedeni açık ve net.

Yıllardır dünya halklarını birbirine düşman edip sonrasında onlara ağır silahlar satarak katliamlara neden olan emperyalistler, bugün Biyolojik silahların geliştirildiği günümüzde, gelişmekte olan ülkelerin yarın kendilerine rakip olmasını istemedikleri için erken öten horozun… örneğinde olduğu gibi. Pastayı ben yiyeceğim diyor.

Çözüm var tabii ki

Dünya Sağlık Örgütü öncülüğünde, aşıyı üreten ülkeler ve şirketler fakir, yoksul, olanağı olmayan diğer ülkelerde öncelikle Patent’i çöpe atıp, ücretsiz aşı üretme olanakları sağlayarak, insan gezegeninde milyonlarca can alan ve almaya devam eden covid-19 salgın mikrobundan kurtarmalıdır.

İnsan Haklarının başında gelen yaşam hakkının sağlanması için aşı üzerinden çıkar hesabı yapılmamalıdır.

Çünkü bu bir insanlık sorunudur!