Jerzy Kosinski’nin Boyalı Kuş romanından uyarlanan, aynı adı taşıyan, yönetmenliğini Vaclav Marhoul’un yaptığı film, geçen sene bu vakitlerde merakla beklenenler gündemimizdeydi. Kitap, şiddeti ve vahşeti oldukça gerçekçi ve sert bir şekilde ortaya koyarken, olay yaratmış bu evrensel romanın filmini izlemek için sabırsızlanıyorduk elbette.

Bahar aylarında, filmi izleyenlerin yorumları gelmeye başladığında ise salgın döneminin ilk karantinalarını yaşıyor; içinde bulunduğumuz kaygı ve korku, psikolojimizi altüst etmiş bulunuyordu. Ben de biraz ötelemiştim Boyalı Kuş’u izlemeyi… Geçen akşam da hiç aklımda yokken bir anda elim ona uzandı ve romanı hatırlaya hatırlaya, yaklaşık üç saatlik bir yolculuğa çıktım.

Orta Avrupa’nın büyük bir kentinde ailesi ile yaşayan bir çocuk, II. Dünya Savaşı’nda Nazilerin işgalinden korunması ve güvenliği için ailesi tarafından uzak bir köye gönderilir. Ancak anne baba çocuklarını teslim ettikleri kişiyle bağlantılarının kopması sonucunda çocuklarının izini kaybederler. Bu süreçte çocuk kahramanımız ücra köylerde oradan oraya savrulur, farklı evlerde, başka hayatlarda yaşamını sürdürmeye çalışır. Türlü işkencelere maruz kalır, türlüsüne şahit olur. Bir araya geldiği insanların acımasızlığı savaşın acımasızlığına karışır. Ve kahramanımız değişe dönüşe, kendi acımasızlığıyla da yüzleşerek romanın sonunda anne babasına döner.

Romanın Jerzy Kosinski’nin yaşamından izler taşıdığını biliyoruz. Romanın yayımlanışının onuncu yılında yazdığı, E Yayınları’nın 2011 yılı baskısında da yer alan, romanın ortaya çıkış serüvenini anlatan yazısında Kosinski, bu romanla birlikte insanı en kırılgan haliyle anlatmak istediğinden bahseder. Çocuk olmak en kırılgan halidir insanın. O kırılganlığın karşısına toplumun en ölümcül anı olan savaşı çıkarır Kosinski. Kırılganlığı bu ölümcül zeminde resmeder. Çocuk ve savaş arasındaki ilişkiyi verirken, savunmasız birey ve hızla güçlenen toplum arasındaki ilişkiyi de vermek istediğinden bahseder.

Çocuk, donuk gözlerle etrafında olup bitenlere, maruz kaldıklarına bakarken içsel yolculuğu da bundan etkilenir. Bir adı yoktur kahramanın, çünkü o ve yaşadıkları her ne kadar II. Dünya Savaşı’nda anlatılsa da yersiz ve zamansızdır, her an ve her yerde gerçek olabilir.

Boyalı kuş metaforu da çok çarpıcıdır. Kosinski’nin çocukluğu boyunca gözlemlediği bir köylü geleneğidir bu. Köylü, tuzağına düşürdüğü kuşu yakalayıp türlü renklere boyar. Parlak renklerle süslenmiş bu kuşu daha sonra serbest bırakır ve sürüsünün yanına salar. Ancak sürü “kendilerinden farklı olan” bu “yeni” kuşu tehlikeli sanır ve o boyalı kuşa saldırıp onu parçalar… Bir kuşun ölümü insanın eğlencesi olur.

Filme gelince şiddet bölümleri bu kadar ağır olan bir romanın filminin de çok ağır şiddet sahnelerinden oluştuğu kesin. Ancak; filmin sinematografisi estetik ile o kadar iyi buluşmuş ki filmi daha rahat izlenebilir kılıyor. Bir yerden sonra kahramanımızın şiddeti sıradanlaştırması gibi biz de şiddet sahnelerine alışıyoruz.

Sinema eleştirmenleri, filmin bu yönlerini göz önünde bulundurarak gerek etik gerek süre yönünden farklı yazılar kaleme aldılar. Ben tam bu noktada başka bir yere dikkat çekmek istiyorum.

Estetize edildiği için “etkisi” azaltılmış şiddet, farklı güzelliklerle süslenmiş farkına varılmayan sessiz şiddet, sonuçlarını somut bir biçimde göremediğimiz psikolojik şiddet; şiddetinden ne kaybeder alıştığımızda? Kaybetmek bir yana, şiddete şiddet ekler mi farkına varmadığımızda?

Romandan bir alıntıyla bitiriyorum bu haftaki yazımı…

“Gerçek olan, insanın kendi yolunu kendi eliyle çizdiği, geleceğinin tek hâkimi olduğuydu. Herkes aynı ölçüde önemliydi. Her şeyden önce de eyleminin yönünü ve amacını bilmeliydi insan. Eyleminin yalnız kendini bağladığına inanan, büyük bir yanlışlığa düşerdi. Bir araya gelen eylemler, yavaş yavaş toplumu kurarlardı. Bir kadının elinde körü körüne kumaşa batıp çıkan iğne, güzel bir işlemenin ortaya çıkışına katkıda bulunurdu.”