Merhaba Onur Abi,

“Yazacağın iki satır mektup, bunun için iki yıl beklenir mi?” demişsin, dahasını da söylemişsin; haklısın, ne diyeyim. Aslında geçen yıl tasarlamıştım, kısa da olsa bir mektup, değilse telgraf. Olmadı işte... Senin gibi kırk yılın günlükçüsüne bunları söylemek/ açıklamak hiç kolay değil. Gel gör ki devir böyle bir şey oldu... Sahi senin günlükler seninle konuştuğumuz gibi duruyor, sanırım... Anımsar mısın, “Anılarını yazdın mı?/ Yazsana abi!” demiştim. Eklemiştim: “Neler vardır sende neler!” Gülmüştün. “Kime ne benim anılarımdan, boş ver!” demiştin hem de son sözcüğü sündüre sündüre... Niye böyle bir yapıta soyunmadığını az çok bilmiyor değilim ama yine de...

Şu son şiirlerinden birini okuduğun kare yok mu, sizin evde çekmiştim, Kıymet abla yoktu evde (Seni sağlam ısırabilmek için İstanbul’a, dişlerini yaptırmaya gitmiş! Senin yalancınınım!), son fotoğrafların arasında yer alıyor bildiğimce. “Şiir” dedim de seni, basın, “ünlü söz yazarı” diyerek uğurladı. Bir de “Agora Meyhanesi yetim kaldı.” dediler arkandan. Benden duyma ama ne doktorluğun düştü kimselerin aklına ne de şairliğin.

Laf lafı açıyor Onur Abi! Meyhane deyince de öğle rakılarımız düştü aklıma. Bab-ı Âli buluşmaları da kalmadı sen gideli. Kimi dostlar başka bir mekânı mesken tutmuşlar. Gel gör ki ne o hava ne o tat! O buluşmalar da senin kuşakla başkaymış, tadına doyulmazmış! En çok neyi merak ediyorum, biliyor musun? Ahmet’in seslendirdiği (Cemal Süreya’dan Metin Altıok’a, Edip Cansever’den Orhan Veli’ye...) o güzelim şiirleri şimdi nerede dinleyebileceğimizi...

Meyhanede değilse de gömütünün başında bir araya geldik geçen yıl. Meyhane arkadaşlarından da katılanlar vardı taşına selam verenler arasında. Yoktun, hüzünlüydük; çoktuk, sevinçliydik! Bu yılın 8 Eylülünde yine yanı başındalardı. Amaaan, bunu da ne diye yazıyorsam, biliyorsun zaten!

Yeşil Papağan’ın o daracık bölümünde, dönemin valisini de aranıza alarak sohbeti koyulttuğunuz o geceyi anlatmayı sürdürüyor dostların.

Öykücü, fotoğraf sanatçısı Cavit Kürnek için dostlarının hazırladığı saygı akşamını yan yana koltuklarda izlemiştik de Cavit abinin öyküleri, öykü anlayışı üzerine sözün çoğaldığı bir yerde kulağıma eğilip “Şu anlatılanlar var ya...” demiştin, “Bunların hiçbirini bilmez Cavit!” Hiç şaşırmamıştım. Bir sanat yapıtını ortaya koyma süreçlerinde ilgili kuramlara vakıf olmanın zerrece etkisinin olmadığını benzer başka anılardan da bildiğimdendi şaşırmayışım. Cavit abiyi de yolladık senin tarafa, biliyor musun? Benim ki de laf işte; “biliyor muymuşsun!”

Aslında sana geçen hafta yazacaktım ne ki Dinçer Sümer’i de yanınıza uğurlayınca sözcüklerim/ kalemim onun için işledi.

Dosyalarımı karıştırıp bana armağanın şiirlerini bulup yeniden yeniden okumak da bu haftaya kaldı.

Neredeyse asıl diyeceğimi unutuyordum Onur Abi, seninle söyleşimin de yer alacağı Bornova için hazırladığım (adına da “135 Yıldır Bornova” dediğim) kitap vardı ya... Yalnızca Bornova’da görev yapmış başkanlarla söyleşilerimden oluşan küçük, ince bir şey olarak basıldı, üstelik adı bile yok! Oradaki ekipten bir arkadaşım arşivden istedi benim için, başka bir kitap getirdiler. Neyse zar zor bir tane alabildim.

Bir de Salihli var Onur Abi... Bir yerel seçim daha geçirdik senden sonra ama bir şey değişmedi. Birçoğuna katıldığın, konuşmaların ve şiirlerinle büyük renk kattığın, Zafer Keskiner-Şadan Gökovalı dostluğunun hayatımıza armağanı Salihli Şiir İkindileri yazık ki yeniden başlamadı.

Şimdi otursak dostlarınla, dergilerde, gazetelerde kalan şiir ve yazılarını bir kitapta toplasak. Bir de günlüğün çıksa gün yüzüne! Bunları da önümüzdeki 9 Eylüle hazır etsek...

İşte, öyle bir heves benimki de...

Tamam, söz, arayı açmadan yazarım yine.

Şu kitap işini Kıymet ablamla bir konuşayım ben. Sana da haber veririm.

Bak, şimdi şu unutulmaz hamam keyfiniz (Ali Rıza Avni ve Avni abiyle...) geldi de aklıma, yanındaymışım, anlatıyormuşsun gibi güldüm.

Unutmadan: Bahattin abiye, “harbiden” Metin abiye, Avni abiye selam söyle. Onlara da yazacağım.

Senden iki dizeyle bitirsem mektubumu...

Şiir sokmak yasaksa oralara üstüne bant çekerler. Fena mı sansürlü mektubun olur! Gülme! Değilse “aferin bana” der okursun bi’ güzel!

Bunca gülistan içinde sana gül mü bulunmaz

Bu dil sende oldukça sana bülbül mü bulunmaz...”