Söz sadece kelimelerle kurulmaz. Sözü kuran eylemler, duruşlar, eylemsizlikler hatta sessizliklerdir bazen. Öylece durarak bazen akıntıya karşı söz kurar varlığımız. Bazen herkesin konuşmaya zorlandığı yerde susarak, herkesin sustuğu yerde ile çığlık atarak.

Söz bir anlamla birleşince, bilerek ay da bilmeyerek başka sözleri, anlamları ve titreşimleri açığa çıkartır. Kendi canına kıyan, canından geçen insanların şiddetli fotoğrafı bu yüzden sarsar herkesi. Ölüm yaşayanlara doğru gösterilir… Bu görünme hali, ölümü kovulduğu tüm ritüeller, mezarlıklar ve ölüm kokan mekanlardan çıkartıp, gündelik olanın ortasına vurur.

Aylardır, kitlesel bir intihar silsilesi yaşanıyor coğrafyamızda. Kendini yakıyor insanlar, AVM’lerin içine atıyorlar kendilerini, resmî kurumların önünde büyük bir şiddetle kendi canlarını, bedenlerini bir mesaj olarak kodlayıp, bir çağrıya dönüşüyor. Bir mektup bırakıyorlar hepimize, en çok da intihar yoluyla ölüme sürükleyen bu gaddar ve kıyıcı dünyaya. Müntehirler sessizler, sesleri var ama sesleri duyulmamış, duyulacak biçimi öğrenmemişler. Sesleri kendi içlerinde boğulmuş kalmış. Sonra ses etmekten vaz geçip, kendini varlığını bir ses değiş tokuş etmeye karar vermişler…

Mektup bize. Baştan başa maddileşmiş, ticarileşmiş, şeyleşmiş bu dünyada, marketler tıka basa yiyecek doluyken, mağazalar hınca hınç giysi doluyken, bir azınlığın banka hesapları biteviye kabarırken, sonsuz bir lüks ve gösteriş içinde… Açlıktan, giysisizlikten, borç içinde kasılmaktan, umarsızlıktan söz ediyor bu mektup bize.

Örgütsüz, yalnızlaştırılmış, birbirine ve kendine güveni örselenmiş, yalan yanlış kanılarla zehirlenmiş insanların düzenin çarkları arasında parçalanıp gidişini anlatıyor bu mektup. Bu mektubun satır aralarında milliyetçi kabalıkla, dinci mütecavizlikle aldatılmışlığın öyküsü var. Satır aralarında doğru düzgün hiç doymamış, uykusuna hiç tam bir güvendelik hissiyle uyumamış insanların kara çeteleleri var. Kocaman bir ülkenin tüm kaynaklarını oy, mezhep ve ırk, tarikat – cemaat ve parti kimliği ile paylaşan bir çetenin kanlı parmak izleri var. Bu çetenin kapladığı alan öyle geniş ki, onlardan olmayana yaşama şansı vermiyor, soluk alacak bir boşluk bırakmıyor, çocuklarını doyuracak bir kuru ekmek bile… Her yerdeler, devletin katlarında, medya koridorlarında, şaşalı şirketlerde, kibirli soflarda onlar var. Sürekli semirerek, sürekli semirterek suç ortaklarını kendilerinden olmayan ve onlara tamah etmeyen hiç kimseye alan açmadan bir sömürgecilik kurmuşlar. Dünyanın en tuhaf sömürgeciliği belki de bu. Toplumun bir bölümü, sınırsız devlet olanaklarını, ülke kaynaklarını kullanarak aynı toplumun bir başka bölümünü sömürgesi yapmış durumunda… Sömürgeleşmiş olanların tek bir ortak kimliği var; onlardan olmamak!

Onlar yoksulluğu bir fırsat olarak görüyor, mülteciliği, çaresizliği, hiçleşmeyi bir olanak olarak kendileri için kullanıyorlar. Yoksullara artıklar veriyorlar, mültecileri ucuz et olarak köle pazarına sürüyorlar. Çaresiz olanları kıstırıp savaşlarına asker, kapılarına kul yapıyorlar. Bu mektup bunu anlatıyor işte.

Müntehirler, ilaçsızlıktan ölenler, bakımsızlıktan hasta düşenler, el kadar çocukların gelişmemiş kasları, inşaattan düşerek, makinaya kapılarak, zehir soluyarak azar azar her gün öldürülenler. Hepsi aynı lanetli sınıfın, aynı sömürgeleşmiş yaşamın ortaklarıdır. Ortaklığımız bu rezalete dairdir. Henüz ortaklığımız bu rezaleti ortadan kaldırmaya yetecek güçte değildir. Ondandır bedenlerini bir mesaj olarak dünyanın yüzüne çarpanlar da, öyle rutubetli evlerde kuru ekmek dişleyenler de aynı gaddarlığın muhatabıdır. Mağdur yok bu fasılda bir savaş var. Savaşın günlük mağlupları var, savaşın henüz savaş olduğu bilmeden düşmanının türküsünü söyleye söyleye ölenleri var.

Bu mektup, örgütsüz, çaresiz kılınmış, köhne inançlar ve gerici fikirlerle birbirine düşman edilmiş, emeği çalınmış, çocukları ucuz emek pazarına taze et olarak sürülmüş, ömrü boyunca çalışıp, yaşlılığında hakir görülmüş, kıt kanaat biriktirdikleriyle esir edilmiş milyonlarca insanın ortak mektubudur.