Bu hafta size bir kitaptan bahsedeceğim. Son zamanlarda okuduğum tuhaf, tuhaf olduğu kadar da eğlenceli bir hikâye… Geçen gün yakın bir arkadaşımla sahilde yürüyüş yaparken laf ister istemez salgın dönemine geldi, şöyle bir 2020 dedikodusu yaptık ve bu dönemin bize insanlarla bağlarımızın ne kadar önemli olduğunu anlattığından bahsettik. Hepsi kendi deneyimimizdi… Benim de aklıma Juan José Millas’ın Kafka Kitap’tan yayımlanan Gölgelerin Arasından adlı romanı geldi.

Bir salgın hikâyesi değil tabii ki; kimine göre tüyler ürpertici, rahatsız edici; kimine göre komik ve eğlenceli bir hikâye. Her halükârda düşündürücü. Kitabın açılışında karşımıza çıkan David Foster Wallace alıntısı bize bir aşk ve hayalet hikâyesi okuyacağımızı söylüyor. “Bütün aşk hikâyeleri birer hayalet hikâyesidir.” Ama bir sır veriyorum size: Kitapta hayalet yok! Buradan bakınca da arka kapak haklı çıkıyor, tuhaf bir hikâye bu…

Juan José Millas İspanya’nın ödüllü yazarlarından. Üniversitede edebiyat ve felsefe okurken yayın dünyasından gelen bir iş teklifi ile okulu bırakıp kendini okumaya ve yazmaya vermiş. Deneysel yazmayı seven biri. 1975 yılında yazdığı ilk romanı Cortazar etkisi taşıyor ve ikinci romanı ile bir ödül de alınca romanları çok satan, genç ve yetişkin edebiyatta önemli bir yazar haline geliyor. Bugün eserleri 23 dile çevrilmiş biri o…

Yazar ve romanı hakkında Türkçe yazılmış hiçbir yazı yok neredeyse. O nedenle biraz daha anlatacağım.

Millas kendi tarzını yaratmış bir yazar aslında. Günlük hayatı fantastik anlatıya çevirmeyi seviyor. Aynı zamanda gazetede köşe yazıları yazıyor ve bu alanda da hem tarzı hem sosyal adalet anlayışı hem de günlük olayları kendi özgün bakışından yorumlayışı ona büyük bir okur kitlesi kazandırmış durumda. Hatta bu oluşturduğu tarza “article-story” deniyor. Yani hem öykü hem makale gibi…

Gelelim hikâyeye… Kahramanımız Damian Lobo çalıştığı şirkette tamirattan sorumlu, teknik becerileri yüksek ancak pek de göze batmayan, asosyal bir şef iken işinden kovuluyor. Bu kovulma düzeni tıkır tıkır işleyen bir sistemden dışarı atılma demek oluyor ve bu fırlatılmış hal Damian’ı elbette korkutuyor.

“Kendimde değildim, yaşamımın değişmesinden ve bunun getireceklerinden, gelecekten korkuyordum. Korku insanı en çok mahveden duygulardan biridir, bizi gerçekten pisliğe dönüştürür. Ben de korkuyordum.”

Bu korkuyla birlikte bir dükkândan bir kravat iğnesi çalması ve yakalanmamak için antika bir dolabın içine sığınmasıyla da yeni dünyasında yolculuğu başlıyor Damian’ın. Antikacıda Lucia’nın karşısına çıkan ve onun çocukluğundan izler taşıyan dolap işçiler tarafından kamyona yüklenip Lucia’nın evine taşınıyor; Damian da içinde… İşte hikâye de burada başlıyor.

Damian o dolabın içinden Lucia ve ailesinin hayatına sızıyor. Görünmezlik halini koruyabilmek ve fark edilmemek için neredeyse bedeninden vazgeçerken ailenin hayatında bambaşka bir etki yaratmaya başlıyor. Onlarla kurduğu bağ, kendi ailesiyle veya iş yaşamında kendi çevresiyle kuramadığı bir bağ… Beden ortada yokken, fiziksel temas ortada yokken temas edebilmenin, konuşmadan anlaşabilmenin, karşına çıktığında tanıyabilmenin tuhaf hikâyesi bu…

Millas bu hikâyesini anlatırken kahramanının kafasında yarattığı karakterler ile monoloğu diyaloğa, yalnızlığı kalabalığa çevirmeyi başarıyor. Sistemin, görünür olmanın, alkış almanın acımasız yükünü okurun üzerinde hissettirirken özgürlük kavramını tartışıyor. Anlatı boyunca tanıştığımız iki farklı aile bize bağ kurmanın anlamını sorgulatıyor sık sık.

Damian Lobo bir “daimon.” O, insanları değiştiren, dönüştüren, onları içten fetheden görünmez bir varlık. O vicdanın sesi…

Sistemin içinde göremediğimiz, boşluğunu başka şeylerle doldurduğumuz, bir anda elimizden alındığında nefes gibi ihtiyaç duyduğumuz bağlarımızı, içinde yaşadığımız hayatları, dünya ile kurduğumuz bağı bu romanla yeniden düşünebiliriz belki…

Bu arada söylemeden de geçemeyeceğim. Butik yayınevleri kıymetlidir. Büyük reklam ve bilgi bombardımanının arasında onlar da okurlarıyla bağ kurmayı arzular…