Olayın ne olduğunu biliyoruz. Kimin kimi öldürdüğünü, neden öldürdüğünü, kimlerin bu cinayet için ortam yarattığını da biliyoruz. Yaşamı değerli saymayıp ölenin ve öldürenin kim olduğuna bakarak laf söyleyenlerin, üzülmüş gibi yapanların kim olduğunu da bunu neden yaptıklarını da biliyoruz.

Yapılanı olduğu gibi ve adıyla söylemeyip saldırı, provokasyon vb. şekilde adlandırılmasının nedenini de yaşanan olay hiç yaşanmamış, bir kişi ölmemiş gibi susulmasının nedenini de biliyoruz. Kimin “terörist” kimin “saldırgan” olduğunu belirleme tekelini elinde bulundurduğunu sananların bunu neden yaptığını da biliyoruz.

Hoşa gitmeyen bir söz söyleyenin, okuluna atanan kayyum rektöre karşı direnen öğrencinin gözaltında günlerce tutulduğu bir ülkede, bir siyasi parti binasını önceden planlayarak basıp bir kişiyi öldürenin 24 saat bile geçmeden emniyetten çıkarılıp tutuklanmasının nedenini de biliyoruz.

Siyasi iktidara karşı en küçük bir eleştiriyi yapanın tüm sülalesi, yakın uzak tüm arkadaşları, iletişimde olduğu bilumum kişi araştırılıp gittiği yerler sorgulanırken böylesi bir cinayeti işleyen kişi hakkındaki soruşturmanın bu denli yüzeysel yapılmasının arkasında neler olabileceğini de biliyoruz.

Bu cinayetten sonra katledilen gencin naaşı soğumadan, yaşamı değil ölümü kutsayarak bu naaş üzerinden hamaset yapanların, bu vesileyle safları sıklaştırmaya çalışanların bunu neden yaptığını da biliyoruz.

Ve en önemlisi bir ülkenin silahla değil ama kutuplaştırma ve adaletsizlikle bölünebileceğini biliyoruz.

Bunları biliyoruz ama birlikte, özgür, mutlu ve refah içinde yaşamak isteyen, iyi, namuslu, çalışkan insanların ne yapacağını bilmiyoruz. Bu insanların hamasetle, ırkçı söylemlerle toplumu kendi safında tutmaya çalışanların derdinin ülke, millet, din veya bayrak olmadığını tek dertlerinin gücü ellerinde tutmak olduğunu tam olarak görüp görmeyeceklerini de bilmiyoruz. Ya da kendilerinin ve çocuklarının geleceklerine sahip çıkmak için tercihlerini korkuyla mı cesaretle mi ortaya koyacaklarını bilmiyoruz.

2015 yılının Haziran ayı ile Kasım arasındaki kâbusu bir kez daha yaşamak istemeyen toplumun sıradan insanlarının, onlara önderlik yaptığı söylenen kişilerin ne yapacağını da bilmiyoruz.

Nerden gelirse gelsin her türlü şiddete karşı olduğunu söyleyenlerin, nerden gelirse gelsin her türlü hamasete de karşı olup olmadıklarını bilmiyoruz. Kendi günahlarını, kirlerini örtmek için insanların kanlarını, canlarını, kutsal saydığı değerleri örtü olarak kullananlara, yaşamı değil ölümü kutsayanlara ne diyeceklerini de bilmiyoruz.

Tüm siyasi aktörlerin, partilerin, sivil toplum kuruluşlarının, meslek kuruluşlarının, sendikaların, bu ve bundan sonra yaşanabilecek olası saldırı ve gerilimlerde bulundukları siyasi pozisyonları bir yana bırakarak; özgürlüğü, demokrasiyi, insan haklarını, bir arada yaşama iradesini koşulsuz şekilde savunup savunmayacaklarını bilmiyoruz. “Söylemem gereken bu ama bunu söylersem bana siyasi getirisi olmaz” diye düşünüp düşünmeyeceklerini ve bu nedenle susup susmayacaklarını da bilmiyoruz.

Bildiğimiz ve bilmediğimiz bunca şey olsa da ve bunlar bizi umutsuzluğa sevk etse de umudumuzu taze tutacak çok önemli bir şeyi biliyoruz. Burası Anadolu. Burası “Havva ananın dünkü çocuk” sayıldığı, binlerce yıldır her türlü kine, nefrete, savaşa rağmen insanların bir arada yaşadığı, iyi ve güzel insanların çabalarıyla ayakta kalan bir coğrafya. Ve bu coğrafyada yaşayan “namuslu insanlar, en az namussuzlar kadar cesur” olduğu için bu zor zamanlar da geçip gidecek. Yeter ki inancımızı, umudumuzu ve dayanışma içinde mücadele etme cesaretimizi yitirmeyelim.