Ülkemiz her yeni günde başka başka gündemlere sevk ediyor kendini. Devasa bir trenin içindeyiz ülkece. Cehalet treni adında olan yüksek hızlı ve teknolojik bakımdan ultra premium olan bu trene, birbirimizi iterek, bir önümüzdekinin omzundan tutup geriye doğru çekerek ve arkamızdakinin bu itiş kakış sırasında bize tutunan elini omzumuzdan silkeleyerek biniyoruz bu trene. Kimimiz bilerek ve isteyerek bindi, kimimizin gidecek başka bir yeri yoktu, bazılarımız da “ileride aktarma yaparız” diyerek bindi bu trene. İlk defa teknolojik bir tren gördük, görür görmez de kudurduk iyice, herkes kendine en güzel yeri kapma çabasına girişti biner binmez. Birbirinin boğazını sıkanlar, “kalk lan ben oturacam!” diye gücü yetenler, ayakta kalanların öfkeli bakışları, “biri kalksa da hemen ben çullansam” diye akıllarından geçen kurnazlıkları ve tıklım tıkış trende birbirlerinin üstünü başını parçalarcasına çekememezlikler ile doldurduk treni. Köy peyniri, bidon turşu ve küçükbaş havyan yerleştirdik üstteki raflara. Tren son sürat ilerlerken nasıl yavaşlayacak, nasıl duracak diye düşünmedik hiç. Medeniyetin dağı karşımıza çıktığında ne yapacağımızı bilmiyoruz bu yüzden. Paramparça olacağız çarpınca, “O kadar da teknolojik ve bir üst segment bir tren değilmiş meğerse!” diyeceğiz ölmeden hemen önce. Makinist var diye biliyorduk ama aslında otomatik pilotta olduğunu enkaz inceleme raporlarından öğrenecekler yıllar sonra. Nasıl İzzet Yıldızhan ile The White Stripes aynı anda sevilemez ve dinlenemezse, cahilliğin olduğu yerde medeniyet de barınamaz, ince uzun bir sopayla “kişelenir” medeniyet. Kaşarlı tost istediğinde içine zar gibi kaşar koyan büfelerden farkı kalmıyor ülkemizin. O yüzden artık biraz da olsa gelişmemiz gerektiğini düşünüyorum.

Gelişmeye de herkesin aslında evrim süreci devam eden insanlar olduğumuzu anlayarak başlamalıyız. Mülteciler, az önce bahsettiğim trende bizlerle beraber yolculuk yapıyorlardı, onları bu trene binmeye zorladılar ve bir süre sonra makinistin çok yakını olduğunu bildiğimiz kondüktörler, “Sizin biletiniz yok, inin aşağı!” dediler. “E bu trene binerken biletimiz olmadığını söylemiştik biz size, siz de ‘Tamam önemli değil, siz binin’ demiştiniz. Hatırladınız mı?” deseler de hızla giden trenden tekme tokat atıldılar aşağı. Bu trenin yönetimi insan diye bakmıyor yolcularına, önce bileti var mı diye bakıyor. Bileti olanları ayırmak istediğinde doğum yerlerine bakarak ayırıyor. Doğum yerlerinden memnun kaldıklarını gün gelir de ayırmak isterse; cinsiyetine, konuştuğu dile, inancına göre de atabiliyor trenden. Makinist ve kondüktörler trende sadece kendi yakınları kalsın istiyor. Bu trende sadece yolcular var sanıyor ama (hatırlarsanız trenin teknolojik olmadığı ortaya çıkmıştı) trenin ilerlemesi için kazana kömür atanları da önce ayrıştırdılar ve attılar trenden. Trenin zaman geçtikçe yakıtı azalıyor ve yakında duracak. İçerideki yolcular hâlâ, “Medeniyet Dağı’na kaç gün var, sayın makinist?” diye sormaya devam ededursunlar, kafalarını camdan çıkarıp yavaşladıklarının farkına varamayacak kadar kör olmuşlar. O tren de yakında duracak zaten…

Gerçekten nasıl düzeleceği hakkında fikirleri olan bizler, trenden ilk atılanlar, şimdi elimizde bir levye, mutluluğun kapısını zorluyoruz. Azıcık aralansa, içerideki ışığı görsek, birimize bulaşsa bari, herkese yayılır diye ümit ediyoruz. Umudumuz oldukça, başarabilme gücünü kendimizde hissettikçe ve ayakta kalmaya direncimiz devam ettikçe “kanırtıyoruz” kapıyı. Bazen de düşünüyoruz, “keşke mutluluğu bize şırıngayla bassalar da zahmete girmesek” diye.