Modern çağda öyle zorlu yaşam sürdürüyoruz ki, hız olgusu, Küçük Prens’in tüm evrene kötülük yaydığını belirterek en küçük tohumunu bile yok ettiği o korkunç baobab ağacı misali, yeryüzünün temellerini sarsıyor ve her yere dal budak sararak, hayatın özünü, özsuyunu emip yok ediyor.

Hız, yaşadığımız dünyayı ve hayatın özünü iyice kuşatmış durumda. Hızın içinde yaşamaya çabalarken ve bu akışa uyum sağlamaya çalışırken, belleğimizin yavaş yavaş aşınmaya başladığının bilincine varamıyoruz. Bu aşınma, belleğin doğal unutma süreçlerinden hayli farklı bir özellik taşıyor aslında. Hız, zihnimizde derin algı kırılmaları yaratıyor. Bakıp gördüğümüz her şeyi, yaşadığımız ve tanık olduğumuz olayları kırılmış yaşam parçacıkları olarak algılıyoruz. Hızla akan zaman, algıları bozarak, bambaşka bir gerçeklik oluşturuyor zihinlerde.

Bu gerçeklik, asıl gerçeğin yerini alan, silik, kırılmış, parçalanmış ve sanala dönüşmüş bir gerçeklik durumunda. Dünya, kırılmış bir aynadan yansıyan görüntüler gibi yansıyor bilincimize. Üstelik her şey akışkan, her şey kaygan ve değişken… Sabitin olmadığı bir dünyada yaşıyoruz. Değerler, düşünceler, normlar hızla değişip başkalaşıyor ve göreceli bir nitelik kazanıyor.

“Sağlam toprak” diye ayak bastığımız dünya, boşlukta sonsuza doğru kayan bir gezegenden başka bir şey değil. Sabitin olmadığı bir dünyada tutunacak yer aramanın boşuna bir çaba olduğu algısı ve kanısı yerleşiyor zihinlerde. Kalıcı olmasını istediğimiz yaşam izleri ne bireysel ne de toplumsal bellekte uzun süre kalma olanağı bulabiliyor; hız, önüne gelen her şeyi süpürüp götürüyor. Unutma olgusu, bellek süreçleri içerisinde en etkin olanlardan biri durumunda artık.

Hızın aşındırdığı belleklerin içinden boşluğa düşüp kaybolan, “unutma” dediğimiz o dipsiz karanlık kuyuya düşen yüzbinlerce bireysel/toplumsal yaşantı parçacıkları ve anılar var. Bütün her şey sanki deniz dibindeki batık bir geminin içinde kaybolup gidiyor; bilinç-bellek okyanusunun en derin noktalarında yok oluşa doğru çekiliyor.

Yaşadığımız bu korkunç bellek erozyonu, toplumsal bellekte daha etkin biçimde gerçekleşiyor. Ne çok şeyi hızla unutuyor ve belleğin “unutma” hanesine bilinçsizce ve farkına varmadan kaydedip, yaşanan gerçekleri yokluğa, yok oluşa doğru çekiyoruz! Müthiş bir ileti ve enformasyon bombardımanı altındayız. Teknolojik gelişmeler insan yararına olduğu kadar, insanlığa zarar veren tarzda kullanılabiliyor. Medyadan, internetten bilincimize her gün milyonlarca görüntü, ses, enformatik bilgi akıyor durmaksızın.

Ülke ve dünya gündemi sürekli değiş(tiril)iyor; her gün, her an farklı bir enformatik yığılma altında kalıyor zihinlerimiz. Bu akışkanlığın içinde doğrunun ve yanlışın ne olduğunu takip edemeyecek denli şaşkınlığa uğratılıyor bilinçler.

Hıza ve tüketime dayalı bu “modern” yaşama tarzı, en başta insan yaşamlarını ve bellekleri tüketiyor. Kişisel ve toplumsal bellekler zayıfladıkça her şeye “unutmak” egemen oluyor; “unutmak” da en çok egemen güçlerin çıkarlarına hizmet ediyor. Unutulanlar çoğaldıkça bir “unutma çöplüğü” oluşuyor toplumsal ve bireysel belleklerde. Her şeyi yok eden unutma/unutturma çarkları hızla dönüyor orada. “Unutma çöplükleri”nin çoğalması, hız ideolojisini kendi amaçları ve çıkarları için kullanan egemen güçlere hizmet ediyor.

Yazınsal ve sanatsal yaratımlar, akan zamanda derin izler bırakır; zamanın yüreğine en unutulmaz izleri çizer sanat eserleri. Kalıcılık, unutulmazlık ve sonsuzluğa doğru akma olgusu, sanatsal yaratımla oluşan eserlerin varlığında somutlaşıp yoğunlaşan sanat emeği ile gerçekleşir.

Anlamlı yaşamak, insanca yaşamak, unutmamak’la gerçekleşecektir. Sanatla, edebiyatla, felsefeyle yazarak, çizerek, üreterek; yaşamı sanatın ölümsüz bilincine kaydederek yaşamak, anlamlı ve bütünsel yaşamaktır. Unutma/unutturma süreçlerine etkin biçimde direnebilmek ve ayakta kalabilmek, ancak düşünce, düş ve sanat üreterek mümkündür bana kalırsa.

Bellekleri tüketen ve vicdanları sığlaştıran hız ve tüketim olgusuna karşı koymak için tek direnişimiz, tek gerçeğimiz var; o da “unutmamak”. Bellek, bilinç ve yürekleri sanata, edebiyata ve sanatsal güzelliklere daha çok açmak; daha duyarlı yaşamak, sevgi, adalet ve barışla nefes almak gerekiyor.

Bence, insan yüreğinde sanatın özünden yükselen o yaratıcı, bilge ışık olduğu sürece, insanlığın umudu ve direnme gücü de asla tükenmeyecektir.