Geçen yazıda Batı cemiyetinden ve bunun modernizmi var ettiğinden bahsetmiştik. Bu bireyin de rasyonel olduğundan söz etmiştik. Bu yazıdaysa, bireyin var olabilmesini sağlayan, böylelikle de modern öncesi düşünce ikliminden çıkışı sağlayan şartı açıklamaya çalışalım.

Hepimiz daha önceden hümanizmi duyduk. Bu şeyin ise insan sevgisi olduğu bize söylendi. Aslında bu bir bakıma doğru ama eksikti.

Rönesans öncesinde Batı’da ve İslam Dünyasında dünyaya bakış tanrı merkezciydi. Tarihe ve toplum ile kişiye bakış da bu tanrı merkezciliği esas alıyordu. Buna göre yaşanan ve yaşanacak olanlarda tanrının kesin hükmü vardı ve olaylar örgüsü Tanrının arzusuyla şekillenirdi. Bu döngü, zaman ve mekândan ariydi. Bu minvalde de toplumsal kural ve olaylar da zaman ve mekândan ari olarak, tanrısal kesinliklerle var olmaktaydı.

Fakat birileri buna karşı çıktı. Onlara göre tarihte yaşanmış olanlar ve yazılmış olanlar, kendi döneminin koşulları dahilinde anlaşılmalıydı. İlaveten tarihteki olgular incelenirken, ilgili aktörlerin şahsiyeti ve bireysel özellikleri de irdelenmeliydi. Dolayısıyla tarihte yazılmış dini ve hukuki belgeler, bu gözle ele alınmalıydı. İlgili eğitim böyle verilmeliydi.

Nihayetinde de bu düşünsel tavırdan hümanist eğitim doğdu. Bu eğitim metodolojisini takip edenler için evren, panteist bir varlık ve var oluştu. İnsan da kendi özellikleri ile bu evrende yer alıyor, diğer canlılar gibi olaylara etki ediyordu.

Fakat burada bir parantez açmak gereklidir. Çünkü her ne kadar hümanist bakış, tanrı merkezciliği yıksa da yerine önerdiği şey, günümüzün ateist evren görüşü değildir. Burada evreni yine bir yüce güç inşa etmiştir. İnsanı ve hayvanları da bu yüce güç yaratmıştır. İlaveten bu yüce güç her yerdedir. Tüm evrenin bir parçasıdır. Bu kavrayışı anlamak için de belki Star Wars evrenine bakılabilir. Ya da tarihten referanslara… Yunus Emre’ye, İbn-ül Arabi’ye ve benim pek sevdiğim Farabi-Meşaii geleneğine ve-veya İşrakiliğe bakılabilir.

Yani hümanist felsefenin köklerinde Antik-Yunan, özelde de Helenistik dönemde gelişmiş olan Yeni-Platoncu akım bulunur. Bu görüş bireyi dışlamaz, aksine yaratılışın ahenginden hareketle onun varlığını tanır. Örneğin Yeni-Platoncu gelenekten beslenen Farabi, Mutluluğun Kazanılması eserinde açıkça, şehirden şehre anlayışın değişebileceğini, yönetenlerin bu farklılıkları anlaması ve ona göre insana ve toplumlara yaklaşması gerektiğini açıklar. Bu minvalde de bireyin biricikliği ve farklı toplumsal kabullerin olabileceği tanınır.

Lakin bu farklı kabuller son kertede rasyonel olmalıdır. Zira öğretiye göre birey, evrende rasyonel düşünerek huzur ve mutluluğu bulur. Rahata erer. Nitekim rasyonel düşünce, evrenin yüce yaratıcısının, yani Tanrı’nın yarattığı büyük düzendeki tanrısal neden – sonuçları kavramaya ve böylece buna uygun adımlar atmaya yarar. Örneğin gökyüzünde kara bulutlar birikiyorsa, rasyonel insan tekne ile denize açılmaz. Benzer biçimde, dua ile yağmur yağdırmayacağını bilir. Bu nedenle de kuraklık ihtimalini göz ardı etmez. İşte rasyonel insan bu tarz tanrısal düzenin kesinlikleriyle kuşatıldığı evrende yaşar. Ona göre hareket eder. Bu noktada ise bir nüansa dikkat etmek gerekir. Bu rasyonel insan, rasyonel davranışla genele benzerken, ayrıntıda farklı bağlamlara sahiptir. Bu nedenle de ayrıntıda kendine has davranışlara da sahip olur. Böylelikle birey, tüm özelliği ile renklidir ve bir nevi güzel bir bahçedeki çiçek gibidir. Çiçek olarak tüm çiçeklere benzer ama ayrıntıdaki özelliğiyle apayrı bir güzelliktedir.

Nihayetinde de modern Batı dünyasının temelinde bu görüş yer alır. Bu görüş Batı dünyasında burjuva-rasyonel bireyin felsefi-ideolojik olarak kendini ortaya koyabilmesini sağlamıştır.