İnatla, inançla dünya görüşünden ödün vermeden sürdürülen mücadele yılları. Demokrasiye aç, adı konmamış kitleleri bir araya getiren görkemli konserler. Sevenleri, hayranları ama en unutulmazı, insanın içini titreten o sesi. İşte bu sesi bir kez daha anımsıyor insan. Ruhi Su’nun eşi Sıdıka Su ile konuşurken türkü merakının çok erken yaşlara dayandığını ama özellikle konservatuar yıllarında söylediği türkülerin onu radyoya kadar götürdüğünü öğreniyoruz. “Konservatuarda çalışma odaları vardı. Ruhi fırsatını bulduğunda bu boş odalardan birine kapanarak türkü söylermiş. Bir gün Ruhi çalışma odasında türkü söylerken, tesadüfen hocası Markovich onu duyuyor. Kapıyı çalıyor, içeri giriyor ve türkü söyleyen Ruhi’ye, “Ben Türk Müziği’nin bu kadar güzel olduğunu bilmezdim. İlk defa duyuyorum. Neden sen Radyo’da söylemiyorsun?” diyor. Ruhi hiç sesini çıkarmıyor. Daha sonra Markovich “Siz, nasıl böyle bir sanatçıya radyoda türkü söyletmezsiniz” diyerek, Ruhi’yi dönemin Anakara Radyosu Müdürü Vedat Nedim Tör’e gönderiyor. Markovich ile görüşen Vedat Nedim Tör, Ruhi’nin radyoda program yapmasını istiyor. O zaman programları düzenleyen Mesut Cemil, Ruhi’yi arayarak “sen bize her gün bir saat ayarla” diyor. Ruhi “Hayır, her gün olmaz fakat 15 günde bir söyleyeyim” diyor. Böylece, 1943 ile 1945 arasında radyoda “Bas Bariton Ruhi Su” anonsuyla, Alevi deyişleri, nefeslerinin yer aldığı türkü programları başlıyor. O zamana kadar çok duyulmamış olan Alevi türküleri ve Ruhi Su o kadar büyük ilgi görüyor ki, Mesut Cemil ve çevresindekiler bu ilgiden had safhada rahatsız oluyorlar. Mesut Cemil Ruhi’yi çağırıyor ve “Ruhi Bey, sesinize yazık oluyor. Sizi biraz dinlendirelim. Sesinizi harcamayalım” deyince. Ruhi de Mesut Cemil’e “Ben, harcanmaya razıyım” diye cevap veriyor ve türkülerini söylemeye devam ediyor. Bir süre sonra, Mesut Cemil Ruhi’yi tekrar ikinci kez çağırıyor ve “Senin komünizm propagandası yaptığını söylüyorlar. Bunun için programlara bir süre ara verelim” diyor. Ve Ruhi bir daha radyo programı yapamıyor. O zamanlar, Alevi türküleri söylemekle komünist olmak eş anlamlı olarak kabul ediliyordu.”

Ağır hayat şartlarına rağmen Sıdıka ve Ruhi Su’nun hayatı renklendirecek küçük kaçamakları vardı. Sıdıka Hanım o günleri şöyle anlatıyor; “Renkli porselen lambaları Ruhi de ben de çok severdik. Cezaevinde beş sene yattıktan sonra, 20 ay gözetim altında tutulduk. Kadın mahkumlar nereden tutuklandılarsa orada gözetim altında tutulmak üzere salındılar. Ruhi o sırada Çumra Cezaevindeydi, ben Ankara’da gözetim altındayım. Nikahlı olduğumuz için onu Ankara’ya aldık. Ama bu çok uzun uğraşlar sonunda olabildi. Çumra’nın hakimleri iktidarın direnmesine rağmen, her şeyi göze alarak Ruhi’yi Ankara’ya gönderdiler. Etimesgut’ta tarlanın ortasında işçilerin oturduğu, zemini toprak olan, iki göz odadan ibaret bir işçi lojmanında 20 ay kaldık. Su yok, elektrik yok, son derece iptidai koşullarda yaşadık. Taban toprak olduğu için yerlere hasır serdik. Annemin eski bir lambası vardı. Aydınlanmak için onu kullandık. Sonra belki de o günleri aydınlatan tek ışık olduğu için lamba toplama alışkanlığı edindik. Nerede renkli lambalar görse dayanamayıp alıyorduk. O zamanlar, porselen renkli Bohemya lambaları vardı. Çok ucuza bulabiliyorduk 50-100 lira gibi sembolik rakamlara alıyorduk.”
Yumuşacık kadife içinde açan bir kartalın uçuşu gibi öylesine insanı yüreğinden kavrayan o gümbür gümbür çağıldayan sesi kalplerimizde, aramızdan ayrılışının 35. yılında Ruhi Su’yu ve yıldızlarda ona eşlik eden sevgili eşi Sıdıka Su’yu sevgi ve saygıyla anıyoruz.