İran,Irak savaşı tüm hızıyla sürerken, İran’ın güneyinde projeler müdürü olarak görev yapıyordum,  güneyde üç ayrı yerde liman, iskele, deniz barınağı türünden deniz yapıları yapıyorduk. Bunlar görünürde sivil amaçlıydı, yoksa uluslararası ihale açmaları zordu, ancak bir kısmı askeri amaçla Hürmüz boğazını kontrol etmek içindi.

1983 ve 1984 yıllarında o bölgede Humeyni karşıtlarınca yapılan karşı terör de vardı. Şantiyede Pakistan tarafından gelen Beluciler, Afganlılar kazma kürek işçisi olarak çalışıyorlardı. Bol cepli askeri pantolon giyen Afganlı işçinin bir cebinde tomarla dolar, diğer cebinde uyuşturucu olduğu belliydi. Yine de kazma kürekle çalışıyorlardı.

Zaman zaman kentin bazı taraflarından karşı terörün patlama sesi geliyordu. Her akşam radyo dinlenir, Irak bombardımanı olup olmayacağı öngörülürdü. O dönemde bir şey olmadı ama bazı arkadaşlarımızın arazi vitesli araçlara her an yüklemeye hazır valizleri, yedek benzin tankları vardı.

Iran radyosu her gün Irak’ta şu kadar kilometre ilerledik, bu kadar yeri aldık gibi haberler yayınlardı. Bunları bir kenara yazsanız bir ay sonra neredeyse Paris’e varmış olmaları gerekirdi, ancak halk günlük yaşıyor, bu hesabı yapmadan söylenene inanıyor. Diyeceğim o ki, savaş ortamında halka dönük propaganda çok önemli.

Aradan 20 yıl geçti, 20 Mart 2003’te ise, gelişen teknoloji nedeniyle Amerikalıların Irak’ı işgalini televizyonlardan canlı izledik. ABD tankları 15 günde 550 kilometreyi temizleyip 5 Nisan’da Bağdat’a girdi. 7 Nisan’da Saddam’ın sarayı teslim alındı.

Savaşları yine televizyondan izliyoruz. Suriye’ye yapılan harekat sırasında habercilerin bir kısmı düzmece ortamlarla heyecan yaratmaya çalışıyor, bu da onların iş anlayışı.

Azerbaycan’a gitmeden önce, Suriye harekatının beşinci gününde Cumhurbaşkanı 109 kilometrekarelik alan kontrolümüz altında demişti. İki gün sonra (15 Ekim) bu rakam 1000’e çıktı. Akçakale’nin batısında Fırat’tan Irak sınırına kadar mesafe 480 kilometre, genişlik de 30 kilometre olunca kontrol edilecek alan 13bin500 gibi oluyor.  Kısacası, daha gidilecek yol ve alan var.

Ama olay bu kadar basit matematik değil, kanımca ortada daha farklı bir durum var, o da şu;

Lider partisinin iç toplantısında Dede Korkut’tan Mevlana’ya, Yunus Emre’ye gönderme yapar, alkış alır. Hızını alamaz biz bu ümmet ve millet için şehit oluruz der, yine alkış alır. Oysa ümmetin kalan tarafı onun için neredeyse yaptırım kararı almıştır ama farketmez, önemli olan yerli halkın konuşmayı alkışlaması. Kendimizi dünyaya anlatmakta zorlanıyoruz, kimin umurunda denebilir mi?

Suriye’nin önceki muhalif güçleri de iddiaya göre devlet ordusunun yanında yer alınca, birdenbire komşusuna saldıran devlet durumunda algılanıyoruz. 

Oysa kuzey Suriye’de bir milyon kişinin kalacağı kentler, kasabaları projelendirdik. Yerleştireceğimiz Suriyelilerin Arap olacağını ilan ettik. Batı bize para verecek ve Suriye’nin kuzeyini kalkındıracağız dedik.

Bu anlatıma gönülden inanırız, ama dünya bunu dinlemiyor.

Arap Baharını sonra anlatacağım, bugünün gerçeğinde, Temmuz 2012’de Suriye’ye başkaldıran Özgür Suriye Ordusundan eser yok şimdi. Ayaklanan diğer örgütlerin tamamı ve işgal ettikleri alanlar kayboldu, biri hariç.

Rejim muhalifleri bir araya geldi ve iddiaya göre Esad ile anlaştı, tüm alanlara şimdi Suriye devlet güçleri giriyor bayrak çekiyor.

Peki,2012’den bu güne ne değişti? Halihazıretki haritasına bakın anlarsınız.

On yıl sonra yeni bir devlet Irak ve Suriye’den çıkarsa bu yazıyı anımsayın…

Hesap soracağımız kimsenin olmayacağını da bilin!