Hafta sonu bir güzellik yaptım kendime. Perihan Mağden’in yıllar önce okuduğum ve niyeyse yeniden okuma isteği duyduğum ‘’Biz kimden kaçıyorduk anne?’’ romanını çantama atıp Foça’ya attım kendimi. Takip eden okurlarım oranın benim için kaçılacak bir yer olduğunu ama kaçtıkça bambaşka şeylerle karşılaştığım bir yer olduğunu yazılarımdan bilir.  Kızını kötülüklerden korumak için sürekli olarak bir yerden bir yere kaçıran bir annenin ve kızının ilişkilerini anlatan bir kurgu! İster istemez anne/çocuk hikayeleri belirdi zihnimde her sayfayı çevirdiğimde.

Gün batımı yaklaşınca Foça Meydanı’nda oturdum. Eski Foça’ya gelenleri ilk karşılayan bu yerde bir tekne üzerinde 2 balıkçının heykeli vardır. Haliyle ilk gelen aileler buraya üşüşür ve bolca fotoğraf çekerler. Çocukların o eğlenceli halleri görülmeye değer. Israrla heykel üzerinde fotoğraf vermek istemeyen 5 yaşlarındaki çocuğu zorla orada tutmaya çalışan bir anne çarptı gözüme. Ne kadar zorlama bir şeydi yaptığı. Belli ki çocuğu adına, onun biriktireceği anılara bile karar vermeye çalışan bir anne modeliydi. Kuzenlerinin balıkçılarla fotoğrafı olup onun yıllar sonra ‘’Benim niye orda fotoğrafım yok?’’ diye sorup üzülecek çocuğu için şimdiden ‘’kaygı’’lanan bir anne! Süper müdahaleci bir anne!

Telefonum çaldı. Annem arıyordu. Bana gelecekmiş. Ama keçi sütü bulamadıkları için inek sütünden yaptığı yoğurdu bırakacağını söylüyordu. Yazık, dert olmuş kadıncağıza! 45 yaşında da olsa çocuğu için en iyisini isteyen, kurgulayan bir kadın!

Kız kardeşim Bahar ile konuştum sonra. Epeydir görüşmüyorduk. Oğlu Deniz bu yıl liseye hazırlandığı için İngilizce ve Almanca derslerinin sayıları çok kısılmış. O nedenle önümüzdeki yaz yurt dışında onu göndereceği dil kampı aramaya başladığından söz ediyordu. Yine kaygılı bir anne!

Sosyal medyaya bakayım dedim. Bir post yazdım. Altına gelen ebeveyn kaygıları farklı farklı! Kimisi 50 yıl sonra ne olacağından endişesini, kimisi eğitim sistemindeki yozlaşmanın sonucu çocuğunun kendisi kadar iyi bir eğitim alamayacağından; kimisi toplu taşımada maske takmayan insanlar yüzünden endişesinden bahsediyordu!

3. yabancı dil olarak oğlunun İspanyolca öğrenmesini isteyen yakın bir arkadaşımla konuştum gün içinde. Bir başka arkadaşım ‘’Senin çevren geniştir, kodlama özel dersi verebilecek arkadaşın var mı?’’ diye sordu.

Özetle her annenin çocuklarına dair farklı endişeleri vardı. Biraz sınıfsal biraz politik kaygılarla çocuklarının daha güzel yaşamasını, daha iyi bir geleceğe sahip olmasını istiyor herkes. Son derece anlaşılır bir durum!

Her türlü karanlık dönemeçler ve uçuruma sürükleme çabalarına rağmen yüzüncü yaşına yaklaşan Atatürk Türkiye’sinin orta/üst sosyoekonomik sınıfının kaygıları bunlar. Dediğim gibi elbette hepsi özel, hepsi biricik, hepsi kıymetli…

Mağden’in romanının sayfaları aklımda dolaşırken, yaptığım telefon görüşmeleri, sosyal medya okumaları derken… Afganistan’daki o anne geldi aklıma!

Birkaç aylık bebeğini, yüzünü bile görmediği bir Amerikan askerine teslim ederek ‘’yaşama olasılığını’’ arttırma gayretindeki o Afgan Anne geldi gözümün önüne. Bir annenin gözünden bile esirgediği en kıymetli varlığını birisine teslim etmesi ne anlama geliyordu?

Daha fazla bir şey yazmayacağım. Çünkü o Afganlı kadının duygusunu anlamam mümkünsüz! Anlatmaya çalışmam da nafile!

‘’Coğrafya kaderdir’’ diyerek geçemem. Çünkü bu coğrafyada da anneler çok büyük acılar yaşadı. Çokça evlatlarıyla sınav edildiler egemen güçler tarafından. O nedenle, bu coğrafyada yaşayan her anne mutludur demiyorum.

Ancak, çocuklarınız için onu bir daha hiç görmemek üzere ve belki birkaç saat sonra öleceğini/öldürülebileceğini hesaplamak pahasına onu dilini bile bilmediğiniz işgalci bir askere teslim etmeyi göze alıyorsanız bunun bir tek ismi var: Can Pazarı.

Her şeye rağmen bu can pazarı bu ülkede yaşamayacak. Çünkü rejimin omurgası olan laiklik, bu eksenden sapmaya çalışan her şeyi engelleyecek.

Tabi biz önce o omurgaya sahip çakarsak!

‘Türkiye hiçbir zaman Afganistan olamaz’ cümlesinin ardında duran en güvendiğim sözcüğe sahip çıkmamız lazım: Laiklik