* Bu yazının birinci bölümü, 'Kansız Bir Gökyüzü' kitabında yayınlanmıştır.


Yüreğimde kapkara 100 taşla yedi aydır dolaşıyorum...

İçimin hıçkırığı durmadan, devam ediyor... Katliam sonrası sarıldıkça dostlarıma kendimi tutamıyor ağlıyordum. Bu geçer sanmama rağmen farklı boyutlarda hala devam ediyor.

Güçlü olmalısın diyorum kendi kendime güçlü olmalısın... Güçlü olmak mı diyorum kendi kendime, sonra içim sızlıyor, ince ince derinlerde bir yerde kanıyor içim. Güldüğümde kendimi suçlu hissediyorum. Katliamı yapanlar, yaptıranlar gülmemizi, umutlanmamızı istemiyorlar.

O güne dönüyorum...

10 Ekim 2015 Cumartesi günü alanda yapabileceğim bir şey kalmadığını anladığımda geldiğim yöne doğru koşarak geri döndüm. Aynı kavşakta insanlar bekleşiyor. Gar önünü görmeyenler, endişeli bekleyişlerini ne olduğunu bilmeden, görmeden bekliyorlar.

Öncelikle gücüm oranında dağılmalarını toplu durmamalarını, sakıncalı olacağını söylemeye çalışıyorum. Şimdi kendime daha çok şaşırıyorum. Hala nasıl ayakta kalabildiğime hala da şaşırıyorum.

BES'li arkadaşları sendika genel merkezine yönlendirip son grupla bende sendikaya yöneliyorum.
Yüreğim, gar önünde paramparça kalmıştı. Telefonla beni arayanlara, ne söylediğimi bilmiyordum. Tek hatırladığım, arayan yoldaşlarımın, dostlarımın, arkadaşlarımın sesimi duyduklarında rahatladıklarını hissetmemdi. Ağladığımı ve saçma sapan şeyler söylediğimi düşünüyorum...


Ankara Garı önünde kimlere yardım etmiş ya da edememiştim. Pankartların altında kimler yatıyordu. Mesut mu? Gökmen mi? Korkmaz mı kim kim? Yanından geçtiğim yüzüne bakamadığım hangi barış güverciniydi...


Sendika Genel Merkezine gittiğimde korkunç tablo daha çok belirginleşti. Kimsenin öldüğüne inanmak istememem yerini, kimler öldüğüne bırakmıştı. İsimlerin çok mu önemi vardı ki...
Bir Mesut ismi dolanıyor sonra isim benzerliği deniyordu. BES'ten Yetiş geldiğinde tekrar garda yaşadıklarıma geri döndüm. Yetiş, ayağından yaralanmıştı. Montunda, pantolonunda gökten yağan et parçaları vardı... Adeta gök yarılmış, insan eti yağmıştı. Onu polikliniğe yönlendirdikten sonra, kolonyalı mendil ile mi yoksa gözyaşlarımla mı bilmiyorum montunu ellerimle temizlemeye çalıştım... O montu Yetiş, yıllar önce bir 1 Mayıs günü, ben kürsüde ıslanmayayım diye vermişti. Hıçkırarak ağlıyordum. Hem de kendimden bile utanmadan...

Bugün 7 ayı doldurduk. Hala durduk yere içim hıçkırmaya devam ediyor.

Sonra yaralıların listeleri duvarlara asılmaya başlandı.

O lanet olasıca haber ve devamı gelmeye başladı. Korkmaz, ağır yaralı hastanedeydi...Sonra ardından Mesut'tun haberi hayır, hayır hiç kimse ölmedi, ama hiç kimse...Sonra taksiye atlayıp, İbni Sina Hastanesine gittim...SES'li yoldaşlarım, Birsen'i, Rukiye'yi ve diğerlerini peşi sıra gördüm. Birsen'in abisinin durumu ağırdı. Cevdet'in abisi Cevat yaralıydı. Sonra Mesut'u teşhise İnan'ın gittiğini öğrendim. Dakikalar geçmek bilmiyordu. Dayanamadım, İnan'ı telefonla aradım. Söylediğim ve hatırladığım sözler, "Ne olursun Mesut deme" oldu. İnan, ağlıyordu. O an yıkıldım... Herkes anlamıştı ve hepimiz ağlıyorduk. Bir süre sonra Korkmaz'ı da kaybettiğimiz haberi geldi... Yüreklerimiz, yüreklerimiz her yeni barış şehidi haberinde dağlanıyordu. Böyle bir acı yoktu. Acil girişi ile morg arası çok yakın olmasına rağmen varamıyorduk. Sonra o an geldi çattı. Mesut yoldaşımı, o dev yürekli yoldaşımı, o hep çocuk bakışlı yoldaşımı teşhise gittim. İnan, yanılmış olmalı diyordum. Ne zaman ki yoldaşımı o buzdolabında gördüm; duvarın dibine çömeldiğimi hatırlıyorum.

Zabıt Katibi kimlik tespiti sırasında, neyiniz oluyor deyince "yoldaşı" dediğimi hatırlıyorum. Çünkü Mesut, "yoldaş" kelimesini hak ediyordu.

Yoldaşım Mesut...

Sonra mı?  Sonrası çok önemli değil... Bugün 7. Ayı doldurduk…Daha sonra 1-2 yıl...
 

Mutlaka yazmam gerekiyor. Yüreğim kan ağlasa da yazacağım...

Yüreğimi, yürekleri, kanata kanata yazacağım...

Unutulmasın diye, bir daha yaşanmasın diye…