Geçtiğimiz hafta bir yanda kadına şiddetle mücadele günü kapsamında paylaşımlar ve yürüyüşler yapılırken bir yandan da ufacık bir çocuğun ölüm haberiyle sarsıldı ülke. Gün geçmesin ki yeni bir ölüme uyanmayalım, yeni bir vaka ile isyan etmeyelim; bu durum ruh sağlığımızı olumsuz etkilediği gibi yaşadığımız ülkenin ruh sağlığını da her gün yeniden sorgulamamıza sebep oluyor. Zararı verenin, kötülüğe sebep olanın ruh sağlığının yerinde olup olmamasını sorgulamak bir yana, bundan etkilenenlerin ruh sağlığı, ortaya çıkmayan ve devam eden süreçlerin maruz kalanın ruh halindeki yansımaları bir yana…

Tacizin, tecavüzün, istismarın ve şiddetin başlangıcının artık en temelde bir zihniyet meselesi olduğunu biliyoruz. Bu zihniyet değişmedikçe bu bataktan kurtulmamızın bir yolu yok. Zihniyeti değiştirmenin önemli araçlarından biri de kullanılan dilin ayırdına varmak. Çünkü bazen gerçek anlamı acıttığı için ya da işimize gelmediği için bazı şeyleri söylerken yumuşatmayı seçeriz. Sonra bu sözler dilimize öyle bir yerleşir ki gerçek anlamını da unuturuz.

Google arama çubuğuna “istismar” yazdığımızda ilk etapta çocuğa cinsel istismar haberleriyle karşılaşıyoruz. Nitekim günümüzde istismar sözcüğü daha çok cinsel anlamda istismar yerine kullanılıyor, diğer anlamları ve kapsamı görmezden geliniyor; hatta bazı ilişki biçimleri o kadar normalleştiriliyor ki istismar olduklarının farkına bile varılmıyor. Şükür ki nelerin istismar olduğuna dair bilgiye ulaşmak eskiye göre artık çok daha kolay, kadın dernekleri, aktivistler, psikologlar istismar kapsamına giren davranışlar üzerine toplumu bilgilendiriyorlar. Yeter ki görmek, duymak, bilmek isteyelim.

Yine de bu haftaki yazımı istismarın kapsamına giren davranışlara ayıracaktım daha çok. Zira Alice Miller’ın okuyanda sarsıcı izler bırakan meşhur Beden Asla Yalan Söylemez adlı kitabını ilk defa okuduğumda istismar kavramına bakışım da epey değişmişti. Aile içindeki ilişkilenme biçimlerinin istismarı nasıl normalleştirdiğini görmek, yazarların hayatlarından kesitlerle zenginleştirilen kitapta bu ilişkilenme biçimlerinin hayatın diğer alanlarına nasıl yayıldığını görmek aileye, topluma – özellikle de kendi toplumumuza dair bakış açımı geliştirmişti. Ancak yine istismarı, bu kez farklı bir açıdan ele alan, Prof. Dr. Üstün Dökmen’in Epsilon Yayınları tarafından yayımlanan Anne-Babayı İstismar adlı kitabını okumaya başladığımda bu haftaki yazımın rotasını değiştirdim. Çünkü dil ile olan bağlantıda bu noktayı hatırlatmanın faydalı olacağını düşündüm.

Üstün Dökmen bu kitabının başında “cinsel istismar”ın istismar kavramından çıkarılması gerekliliğinden bahsediyordu. Çünkü istismarın taciz-tecavüz ile eşanlamlı algısının yaygınlığı “çocuk istismarı” kullanımını da beraberinde getiriyordu. Oysa, “Çocukların istismar edilmeleri ayrı bir olaydır, tacize-tecavüze uğramaları bambaşka bir olay” diyor Dökmen.

“Yetişkin bir erkek para veya evlilik vaadiyle yetişkin bir kadını cinsel yönden istismar eder, onun duygularıyla oynar, ondan cinsel anlamda yararlanırsa burada, cinsel potansiyelin kandırma yoluyla kötüye kullanılması, istismar edilmesi söz konusudur. Böyle durumlarda özne çocuksa, çocuk istismarı ifadesi yanlıştır. Çünkü … çocukta bir cinsel potansiyel yoktur ve olmayan bir potansiyelin kötüye kullanılması söz konusu değildir. “Çocuğun cinsel istismarı” denen şey düpedüz taciz veya tecavüzdür. Tacize, tecavüze, “cinsel istismar” dediğimizde, olayı istemeden yumuşatmış oluruz. … Güçlü bir yetişkinin çocuğun güçsüzlüğünden yararlanıp tecavüz etmesine cinsel istismar deniyor. Ancak güçlü bir yetişkinin daha güçsüz bir yetişkine tecavüz etmesine … tecavüz deniyor. … bu duruma … tecavüz dendiğine göre, çocuklara yönelik taciz-tecavüze de “cinsel istismar” demek yerine, dilimize ve zihnimize acı gelse de doğrudan “taciz-tecavüz” demek gerekir.”

Evet, bu cümlelerde bilmediğiniz, duymadığınız hiçbir şey yok. Ama belki de yumuşattığınız bir şeyler var. Ve nereye dokunsak irin akan bu coğrafyada acıtsa da konuşalım, tanımları her alanda doğru koyalım ki yaşam hakkımızı yeniden elimize alabilelim.